Yakin zamanlara kadar Islam’a yoneltilen en siradan elestiri,daha çok onu asagilama haliyle,islamin “kutleleri uyusturan,teslimiyetçi” yapisiydi.Turkiye’de ‘aydin’ tanimi arasinda sayilip da,geçmiste ‘islam’in bu yonunu,oyle ya da boyle, asagilamamis insan pek yoktur.Onlarin fikir babalari, elbette, Avrupa’nin ‘aydinlanmaci’ kaynaklariydi. “Sinif savasimcisi” Marksizm’in dogu toplumlari,Hintliler, uzerine ‘kadercilik’,’duraganlik’,’uyusturulmusluk’ sozcukleri ile ifade edilenler de,’dogu dinleri’nde,genel olarak, var oldugu sanilan bu ozelliklerdi.
Gunumuzde ise, butun bati ve hatta butun dunya ulkeleri, geçmiste adeta cografi ve ırki nedenlere baglanarak açiklanmaya çalisilan islamin teslimiyetçi ozelliginin,yeniden elde edilmesi için,neredeyse,yagmur duasina çikacaklar ...
Dünün duragan,teslimiyetçi,kaderci topluluklarinin dini islam gunumuzde birdenbire, “kuresel terorizm”in bir numarali ogesi haline gelivermistir çünkü!
Dün, ‘uyusuklugu’yla asagilanan bu ayni islam, bugün,neredeyse bütün ülkelerde,hukuki olan ve olmayan,adaletli olan ve olmayan bir sira tedbirle,baskaldirisi engellenmeye çalisilan bir din halindedir..
Bu fenomeni , sadece,islamin bugun dunyanin en geri ulkelerinin çogunlugundaki din olusuyla ve bu ulke topluluklarinin islama,Bati’ya direnmenin bir biçimi olarak sarilmalari olgusuyla açiklayabilir miyiz?Bir noktaya kadar,evet..Fakat sonrasi da gereklidir.
Ayni Mardin yerlesiminde yanyana duran Yezidiler ile Suryani’ler arasinda,modernizme uyum bakimindan,buyuk farklar var ise,bunun nedenlerini sadece cografi veya etnik unsurlarda aramanin saglam bir temeli olamayacagi açik.
Kürtlerin geri kalmisligi ve orgütlenme zaafiyeti,sadece tarihteki hep kotü ‘otekiler’ faktorleriyle açiklanabilir mi? Kürtlerin tarihteki dinlerinin ve bu dinlere bagli orgutlenme ve egitim tarzlarinin,onlarin ‘vahsi’ kalislarinda her hangi bir rolu olmamis midir?
Hiristiyanlik, ‘Avrupa dini’ oldugu için mi ‘ileri’nin temsilcisi olabilmistir;yoksa Avrupalilari ilerleten,bu dinsel orgutlenisin ve ona bagli egitim tarzinin kendisi midir? Papa’nin, ‘tanri akildir’ sozuyle ozetlemeye çalistigi hiristiyanlik,onu sececek veya secmis geri bir Afrika ulkesinde Avrupa’da var olan etkiyi gosterebilir miydi?
Bu tur sorular, bizi,dinlerin toplumda oynadiklari roller bakimindan,ayri ayri ele alinmasi gerektigini;onlarin erken doneme dayanan orgutlenme tarzlarinin ve ilk tapinak orgutlenmelerinin toplumsal fonksiyonlarini tanimadan,genel olarak ‘tanri’,’inanç’,’iman’ gibi kavramlarla açiklamaya kalkismanin içi bos yinelemeler olarak kalacagini gosteriyor.
Eski ve onlara dayanarak gunumuze ulasan simdiki dinlerin toplumsal kaynaklarini ,orgutlenis tarzlarini,bu orgutlenis tarzlarinin eski toplumdaki gerçek fonksiyonel anlamlarini arastirirken,burada,bize,ornegin, bir çok olguya uydugu kadar,ayni zamanda onlara uymayan Weber’ci ‘karizmatik otorite’ turu kavramlarin; College de France’ın egitim salonlarinda tinlayan Foucault’cu sozcuklerin, pek fayda saglayamadiklarini goruyoruz.
Erkek ve kadin sunneti’nin,ibadetin ,rituellerin ,orucun ,bayram’in vb.vb. kaynaklari gibi toplumun elle tutulur kurumlarinda,herhangi bir sekilde,bugune degin,açik,ikna edici,insan toplumuna has tarzda ortaya konulmus açiklamalar bulunmuyor .Bunun asil nedeni ,arayici beyinlerin,butun bu toplumsal olgulara iliskin kaynak konularini, aranmamasi gereken yerlerde aramalariydi.Bunda elbette,Akadosumer kaynaklarinin,onceden yeterince bilinmemesinin,giderek taninmis olmasinin rol oynadigi da kuskusuz.Ama asil olan,bir yonelim yanilgisiydi.
Dinlerin kaynaklarinin eskiden arandigi alanlar ve ‘açiklayici’ oldugu sanilan kavramlar ruh,hayal,imagination gibi fenomenlerdir ve fakat bunlar dini kurumlarin asil kaynaklarini dogrudan açiklayici degeri olmayan,yardimci, kategorilerdir.
Insan ruhuna ulasmayan,ulasmayi hedeflemeyen bir din olmadigina gore,dinsel psikoloji,din sosyolojisi,ruh bilimi,dinsel inanç kaynaklarina bagli olarak ele alindigi olçude bilimsel islevini yerine getirebilir..Tek baslarina ‘din’i açiklayamazlar.
***
Genel çizgileriyle toplum tarihini incelerken, garip tutumlarla karsilasiriz. Ornegin,milyonlarca inançlinin kutsal saydigi bir Kudus kavraminin ne tarihteki anlamlari tam olarak açiklanmistir;ne de,neden uç din bakimindan da boylesine onemli kutsal bir merkez olarak kabul edildigi..
‘Ehal’ adi verilen,Musa’da “bulusma çadirinin” “en kutsal yer”i olarak geçen; Musevi Sinogoglarınin “en kutsal mekanı” olarak ele alinan; bir kapali dolap veya niş şeklinde yapilan bu bolum neden “kutsallarin kutsali” olarak ele aliniyor olabilir?
Kuran’da , "el-beyt" ,"beytullah", “el-Beytü'l-Haram” (Haram Evi) , “el-Beytü'l-Atîk” (eski ev),“Bakka (la mecque)” şekillerinde de aktarilan Kabe’ye iliskin ifadelerin ,kavramsal ve içeriksel degerleri nedir?
Ehl-i Beyt anlayışı, vahdet-i vücutla beraber Bektaşî-Alevî inancinin kimlik oluşturucusu ise,bu kavramlara,tarihsel boyutlari içinde yaklasmadan,onlara olan inancin toplumsal kaynaklarini tarihteki biçimiyle anlayabilmemiz mumkun mu?
***
‘Ekalliyet’ sozcugu,bir kavramin 6000 yil boyunca geçirebildigi içerik ve sesdeger degisikliklerini gormek bakimindan ilginç bir ornek.
Keskin kelimelere bezeyerek ‘tarih aktarma’ tutumlariyla tanidigimiz tarihçi llber Ortaylı,birkaç yil once yapilmis olmasi gereken, bir toplantida, “azinlik” kavramini tartisirken “ekalliyet” konusunda soyle diyordu:
“Osmanlı Imparatorluğunda gayrimüslim azınlıklar başlığı tashihe muhtaçtır.
Çünkü imparatorlukta azınlık yoktur...
‘Azınlık’ bizim imparatorluğumuzun son 30 senesinde milliyetçi ve laik çevrelerin, yani Jön Türklerin arasında Fransızca minorite’den tercüme edilerek Arapça bir kelimeyle "ekallıyet"le karşılanmış, "ekalliyetin" minorite karşılığında böyle kullanılması da eski Araplara malum değildir. Eski Araplara "ekalliyeti" sorarsanız, simyagerler kullanırlar. Belki belki aşçılar bunun ne anlama geldiğini bilir. Fakat cemiyet hayatında ekalliyetin bir grubu ifade etmesi için kullanılmaz” (*)
Oysa ,’Ekalliyet’ kavrami,kelime kokeni itibariyle,tarihte toplumsal alana Semitik, arapça bir kavram olarak çikmamistir zaten.Fakat yine de araplara 'malum' bir kelime olmaliydi..Bu birlesik sozcuk erken donemde,sami olmayan, “Sumer” denilen topluluguna ait 'ev','saray','tapinak' anlamlariyla kullanilacak olan "E" sozcugu ile basliyordu ve tapinaklarin ortaya çiklmasiyla birlikte oldukça yaygin bir sekilde kullanilmaya baslanmisti."E" nin sami karsiligi ise "beyt","bit" idi ve ozellikle kutsal alanda hem eski 'sumerce' biçimi olan “Egal-Ehal"** ; hem de onun Sami-arapça karsiligi "Beyt" olarak kullanilmisti.Her kavram gibi burada da bir içerik kaymasi,anlam degismesi ortaya çikmis olabilse bile,bu sozcugun ,”E-gal-lu” turunden,yani 'saray adami','buyuk ev gorevlisi','tapinak-dini gorevlisi' gibi anlamlar uzerinden,tapinak tanimayan musluman çogunluk içinde,o anin kosullarina bagli olarak 'yabanci' olani ifade eden bir deger kazanmis olabilecegi açiktir ve herhalde boyle de olmustur.
Dogal olarak ,onu “Arapça bir kelime” olmakla degerlendirmek,ya da jonturklerin var kildigi bir kavram olarak nitelemek,dogru olmayacagi gibi tarihçilige de pek yakismayacaktir....
Livorno
1553 yılının Mayıs ayında emrindeki 60 kadar çektiri ve şebek tipi kadırga ile İtalyan sahillerini vurmaya çıkan Turgut Reis, Toskana sahillerinde neredeyse yağmalamadık kasaba bırakmamıştı. 16. yüzyılın en güçlü donanmalarından birine sahip olan Pisa'nın 30-40 kilometresindeki kasaba ve adaların Turgut Reis ve onun yetiştirdiği denizciler tarafından sık sık saldırıya uğraması, dünyanın en özgürlükçü kentlerinden birisinin doğmasına yol açtı! Bu kentin adı Livorno'ydu...I. Ferdinand'ın "Toskana Grandükü" sıfatıyla duyurduğu "Leggi Livornine" (Livorno anayasası) ile Pisa kentinin liman kasabası Livorno "açık şehir" ilan edilir. Hangi ulustan olursa olsun, ister hakkında idam cezası çıkarılmış bir korsan ister bir hırsız olsun, hiçbir şekilde takibe uğramaksızın Livorno'ya yerleşebilecek, orada ticaret yapabilecek hatta dininin gereklerini yerine getirebilecekti. Bu kanunun iki istisnası vardır; sahte para imalatçıları ve katiller bu korumanın dışındadır.Kanunun tam metni, eminim sizin de ilginizi çekecektir:"Hepiniz, hangi ulustan olursanız olun, Doğulular, Batılılar, İspanyollar, Portekizliler, Yunanlar, Almanlar, İtalyanlar, Türkler, Berberiler, Ermeniler, Persler ve diğerleri [...] size temin ederiz ki [...] bu topraklarda tamamen özgür ve her türlü kovuşturmadan uzakta bir şekilde, bu topraklara gelmenize, kalmanıza, aileleriniz ile geçiş yapmanıza ve yaşamanıza, geriye dönme zorunluluğu olmaksızın oturmanıza, istediğiniz zaman dönerek Pisa kenti ve Livorno topraklarında yaşamanıza izin veriyoruz..."Kanun kaçaklarının ve korsanların yakalanma korkusu olmaksızın ticaret yapıp gerekirse sığınabileceği bir "açık kent" ilan edilen Livorno, İtalyan Yarımadası'nın tek çok kültürlü yerleşim merkezine dönüştü. İçinde Türk, İspanyol, Portekiz, Maronit, Flaman ve Musevi mahalleleri olan kent, çok kültürlü ve hatta "laik" diyebileceğimiz bir yönetime kavuştu. İlginçtir, Müslüman cemaati içinde özellikle Türklerin adı, Hz. Meryem'in büyük bir ikonasının şehrin sokaklarında dolaştırıldığı bayrama "Hz. Meryem bizim dinimizde de kutsaldır" diyerek katılmaları ile şehir kayıtlarına geçiyor. 1742 tarihli kent meclisi yıllığından, Türk bayramlarının da Livorno'da kutlandığını görüyoruz!Katolik İtalyan Yarımadası'nın aksine, burası özgürlüklerin yeşerdiği, her türlü sanatçı ve aykırı tipin sığındığı bir liman kenti oldu. Sanayileşmenin başladığı 19. yüzyılda kentin liman ve tersaneleri etrafında yoğunlaşan ekonomisi, doğal olarak Livorno'nun anarşist ve komünist akımlardan ilk etkilenen bölgelerden birisi olmasını sağladı.İtalya'nın "Kızıl Livorno"sunun doğuş hikâyesi böyle. Kentin böyle ilginç bir tarihçesi olunca, futbol takımı da anti-faşist bir karaktere sahip oluyor haliyle... St. Pauli'nin tribünlerini anlatmıştık, orada sallanan yapay penis ve korsan flamalarının yerini burada Filistin, Küba ve çeşitli komünist parti bayrakları alıyor Smile. İtalyan Komünist Partisi'nin de (PCI) doğduğu bu kentte taraftarlar, oyuncuları coşturmak için Enternasyonal'i söyleyip, "Bandiera Rossa" (kızıl bayrak) ve "Ciao Bella" ile dans ediyorlar.Livorno kentinin futbol takımı, iki yıl önce Irak'ın Nasıriye kentinde görev yapan İtalyan askerlerine yapılan bir intihar saldırısı sonrasında 34 İtalyan askerinin öldüğü günlerde gündeme damgasını vurmuştu. Ölen askerler için tüm İtalya'da maçlardan önce bir dakika saygı duruşu yapılırken, Livorno tribünleri "Nas-si-ria! Nas-si-ria!" diye tempo tutmuştu. Bunun İtalya'da nasıl tepki çektiğini, sanırım tahmin ediyorsunuzdur Smile."Serie A"nın tribünleri en "kızıl" takımı" olan AS Livorno için Türkiye'de kurulmuş site ve forumlar bile var. Forum alanında Livorno'ya dair bazı temel bilgilerin ötesinde, yeni transferler ve güncel haberlere de ulaşılabiliyor. "Endüstriyel futbol"dan canı fena halde sıkılan, bir küçük nefes almak isteyen futbolseverlerin kurduğu güzel siteler bunlar...Bu oluşumların samimiyetinden elbet şüphem yok ama o malum "altyapı-üstyapı" meselesi, burada da bir duvar gibi suratınıza çarpıyor."Toplumsal ve tarihi bir altyapısı" olmaksızın bu forumlar üzerinden Livorno'yu taklit etmeye çalışan üç büyük taraftarlarını, Rüştü Saraçoğlu'na "Fenerbah-Che" pankartlarını asanları ya da "Aslan Che-hresi/Kartal pen-Che-si" gibi sloganlarla Galatasaray ve Beşiktaş'ı sözümona kızıllaştırmaya çalışanları görmek, ne yalan söyleyeyim, bana "biraz komik" geliyor.Üç büyüklerin tüm yıldızlarını toplasan, bir Livorno kaptanı Cristiano Lucarelli etmez... O değil miydi, astronomik transfer reklamlarını elinin tersiyle iterek, "Milyarlarınız sizde kalsın!" adlı muhteşem kitabı yazan?
John Milton
Eddie Barzum ; boşanma davalarında, kokaini bırakırken ve resepsiyonisti hamile bıraktığında yanındaydım. Tanrının evlatları değilmi, tanrının özel yaratıkları. Onu uyramıştım Kevin, onu attığı her adımda uyramıştım. Onun rüzgarda bir sağa bir sola salınışını izledim. Kurmalı bir oyuncak gibiydi, 120 kiloluk kendi kendine hareket eden bir araç gibiydi. Bir sonraki binyıl köşeden görünmek üzere Kevin . Eddie Barzum , ona iyi bak , çünkü o gelecek binyıl insanının en iyi örneği olacak. Bu insanlar geldikleri yerlerde bir sır değildirler, ve sen insan iştahını öyle bir noktaya kadar keskinleştirirsinki sadece isteyerek maddeyi atomlarına ayırabilir. Katedral büyüklüğünde egolar geliştirirsin, dünyayı fiber-optik olarak her ego adımını algılayacak şekilde birbirine bağlarsın. En sıkıcı ve sıradan düşleri bile dolar yeşili altın fantezilerle bezersin, taki her insan arzularının peşinde bir imparator olana dek. Kendi tanrısı olana dek, peki ondan sonra nereye gidersin ? Bir anlaşmadan diğerine koşup dururken bu dünyayı kimse önemsemez.Hava yoğunlaşır, sular kirlenir arıların balı bile metalik bir radyoaktivite tadı alır ve bu her gün ve her an devam eder. Hazırlanmayı düşünme şansın bile yoktur. Geleceği satın alır, geleceği satarsın, taki gelecek kalmayana kadar. Yoldan çıkmış bir trendeyiz evladım, geleceğe doğru koşan sayıları milyonlara varan Eddie Barzum’ lar var ve her biri tanrının eski gezegenini biraz daha fazla becermek için hazırlanır. Siber uzayda hesaplarını biraz daha doldurabilmek için temiz sibernitik klavyelerinin başına otururken kendilerini de her türlü pislikten arındırmayı unutmazlar. Sonunda gerçek kaçınılmaz olur, yaptıklarının hesabını vermen gerek Eddie, özgürlüğü satın almak için biraz geç kaldın, miden fazla dolu, penisin artık aşınmış, gözlerin kan çanağına dönmüş ve birinin sana yardım etmesi için bağırıyorsun. Ama tahmin et ne oldu Eddie ? Hiç kimse yok, artık yapayalnızsın Eddie , seni tanrının özel küçük yaratığı! Belki bu doğrudur, belki tanrı arada sırada zarlarını kullanmıştır. Belkide bizi yalnız bıraktı.
Şüphe yok ki , kibir benim en sevdiğim günahtır. Bak sana ne diyeceğim; tanrı hakkında içeriden biri olarak bilgi verebilirim. Tanrı izlemeyi sever, oyun oynamayı sever. Bunu bir düşün, insanoğluna verdiği içgüdüleridir. İşte sana verdiği bu sıra dışı hediyedir, peki ya sonra ne yapar ha ! Yemin ediyorum kendi eğlencesi için ve kendi özel kozmik çekim hataları için kuralları iki taraflı olarak koyar, bu belki de en büyük hiledir. Bak ama sakın dokunma, dokun ama tadına bakma, tadına bak ama yutma. Sen bir o bacağına bir bu bacağına zıplarken , o ne yapıyor olur ? Orda durur ve lanet olası göbeği çatlayana kadar güler.Tam bir vurdumduymaz, tam bir sadisttir,O senin hiç görmediğin ev sahibindir, onamı tapıcam , asla !!!
Ben her şeyin başladığı o günden beri insanlığı ilgilendiren her şeye burnumu sokuyorum, insanoğlunun hissettiği her heyecan ve her tat için ben ilham kaynağı oldum, isteklerini her zaman önemsedim ve onları asla yargılamadım ben. Neden ? Çünkü bütün eksik yönlerine rağmen insanoğlunu asla reddetmedim,Şimdi cevap ver Kevin, aklı başında olan kim 21.yüzyılın tamamen benim olduğunu reddedebilir ? Bunların hepsi benim , yükseliyorum Kevin , bu artık benim zamanım.
Şüphe yok ki , kibir benim en sevdiğim günahtır. Bak sana ne diyeceğim; tanrı hakkında içeriden biri olarak bilgi verebilirim. Tanrı izlemeyi sever, oyun oynamayı sever. Bunu bir düşün, insanoğluna verdiği içgüdüleridir. İşte sana verdiği bu sıra dışı hediyedir, peki ya sonra ne yapar ha ! Yemin ediyorum kendi eğlencesi için ve kendi özel kozmik çekim hataları için kuralları iki taraflı olarak koyar, bu belki de en büyük hiledir. Bak ama sakın dokunma, dokun ama tadına bakma, tadına bak ama yutma. Sen bir o bacağına bir bu bacağına zıplarken , o ne yapıyor olur ? Orda durur ve lanet olası göbeği çatlayana kadar güler.Tam bir vurdumduymaz, tam bir sadisttir,O senin hiç görmediğin ev sahibindir, onamı tapıcam , asla !!!
Ben her şeyin başladığı o günden beri insanlığı ilgilendiren her şeye burnumu sokuyorum, insanoğlunun hissettiği her heyecan ve her tat için ben ilham kaynağı oldum, isteklerini her zaman önemsedim ve onları asla yargılamadım ben. Neden ? Çünkü bütün eksik yönlerine rağmen insanoğlunu asla reddetmedim,Şimdi cevap ver Kevin, aklı başında olan kim 21.yüzyılın tamamen benim olduğunu reddedebilir ? Bunların hepsi benim , yükseliyorum Kevin , bu artık benim zamanım.
Solun Futbol Algısı
Futbol ve taraftarlık üzerine pek çok şey yazılıp çizildi. Dünyada ve Türkiye’de futbolun yaşadığı değişimler, nedenleri ve sonuçları çeşitli açılardan değerlendirmeye devam ediliyor.
Herkes, farklı yerlerden, sağdan, soldan, yalnızlıktan, aidiyetten, renklerinden, mahzunluğundan ya da mahmurluğundan, şehrinden, tarihinden, sempatisini yüklediği herhangi bir sebepten dolayı önce takımını seçer, taraf olur ve yine nereden bakılırsa farklı bir tatla takımını sever.
Ankara’nın köklü iki takımı olan Gençlerbirliği ve Ankaragücü’ne ilişkin olarak, sol ve entelektüel camia içerisinde, solcuların Gençlerbirliği’ne meyilli olduğuna, Ankaragücü’nün ve tribünlerinin ise -herkesin durduğu noktadaki kavramsallaştırmasına göre- sağcı, lümpen, ayak takımı vs… olduğuna dair bir genelleme vardır, ki bu Gençlerbirliğine sempati duyanların farklı platformlardaki söylemleriyle de desteklenmektedir. Her şeyden önce Türkiye’de futbol kulüpleri ve onların destekleyicileri arasında siyasal bir farklılık olduğunu belirtmek doğru değildir.
Bu fark olsa olsa kentin veya ‘semtin’ siyasal atmosferinin yansımasıyla kısmen ve tali olarak varolabilecek bir durumdur. Türkiye’de bir “cumhuriyetçi” Atletico Madrid, “solcu” Livorno ya da “sağcı” Ascoli tipi, siyasal anlam yüklenmesi kolay olguları bulma ihtimali hem futbol hem de siyasal gelenekler açısından mevcut değildir. Buna karşın her takımın bir şeyleri sembolize ettiği veya bir ‘temsilinin’ olabileceğini düşünmek akla yatkındır. Özellikle bu konuda ‘toplumsal tabakaların’ ilişkisi anlamında bir ‘renk’ten söz edilebilir ki bu farklılığın görece daha net görülebileceği belki de tek kent ‘Ankara’dır.
Bu yazı kimsenin gönlündekine dokunmadan, futbolsever ilerici- demokratlar arasında Gençlerbirliği sempatisi ve Ankaragücü’ne bakış etrafında şekillenen bir hayat ve futbol tercihi üzerine bir duruşu konu edinmiştir. Öncelikle bu duruşun kendini apaçık ettiği ve kendine konu edindiği bir takım metinler üzerinden ilerici çevrelerdeki Gençlerbirliği sempatisini ve sadece “neden diğerleri değil de Gençler?” anlatılırken değil; farklı noktalardan ve epeyce ötekileştirilen/ ötelenen Ankaragücü ile Gençlerbirliği’nin ‘temsil ettikleri’nin farklarını ortaya koymayı amaçlıyoruz.
Futbol üzerine konuşmalarda, tıpkı birçok diğer toplumsal süreçlerde olduğu gibi, kavramların birbirlerine karıştığından bahsetmek mümkün. Bu konudaki tartışmalarda, aynı devlet, millet, halk, toplum vs. kavramlarının birbirlerine karıştırılmasında olduğu gibi, zaman zaman farklı boyutlar aynı potada eritilmeye çalışılıyor. Oysa bu durum tam bir anlam karmaşasına yol açıyor. Burada iddiamız, amacı bu karmaşaya müdahale etmek olan bir yazının iki önemli alan üzerine yoğunlaşması gerektiğidir. Bu yazı bağlamında, bir futbol kulübü anlatılırken üzerinde durulması gereken en önemli noktalar olarak, a- tarihsel süreci b- kulübe sempatiyle bakanların toplumsal profili alınmıştır. Ayrıca bahsedilen duruş temelinde Türkiye’ye dair bir sol/ ilericilik/ entelektüelizm tartışması olduğunu düşünerek; ilerici çevrelerde, entelektüel camiada ve üniversiteli “enteller”de Gençlerbirliği sempatisi ve Ankaragücü antipatisinin, özellikle 1980 sonrası Türkiye solundaki “halktan kopma” sürecinin futboldaki ufak yansılamalarından biri olabileceğini tartışmayı amaçlamaktayız. Elbette futbol alanını mutlaklaştırmadan ve zevklerin ve renklerin tartışılmayacağını bilerek…
Tarihsel Süreçler: Gençlerbirliği ve İşçi Sınıfı Takımı Ankaragücü
Ankaragücü kulübünün kuruluşu ‘İstanbul’da gerçekleşmiştir. Ankaragücü İmalat-ı Harbiye’ye dayanır. İmalat-ı Harbiye, Osmanlı Devleti’nde 19.yy ortalarına doğru, ordu ihtiyaçlarına yönelik sanayi politikalarının geliştirilmesiyle zamanın koşullarında, tersanelerle birlikte imparatorlukta işçi yoğunluğu ve istihdamı açısından en başta gelen kurumlarından birisidir (bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi. Syf. 417). “Kim ki kale kurup top endah ederek tepük oynaya, boynu vurula…” fermanını, takmayarak aralarında alenen ve kıran kırana top endah eden İmalat-ı Harbiye Tamir Atölyesi mensupları, yasağın gevşemesiyle kendi aralarında kulüpleşir ve 1904’te yasağın kalkmasıyla sahaları doldurmaya başlarlar (Arığ, 1996: 27). 1904–1910 yılları arasındaki zaman diliminde genellikle, Tamir Atölyesi’nin farklı üniteleri ve tezgâhlarının futbol takımları oluşturulmuş, bu resmi-olmayan ‘takım/kulüpler’ kendi aralarında maçlar yapmışlardır. Bu takımlar her zaman ayni işyerinin farklı üniteleri temelinde oluşmamıştır. Sadece çırakların oluşturduğu veya Arnavut asıllı işçilerden oluşan takımların da varlığı bilinmektedir (Arığ, 1996: 27–28). İstanbul liginin başlamasıyla birlikte ‘bir çatı altında bir araya gelmek ve ligde yer almak’ fikri yayılmaya başlamıştı. 1910’un Haziran ayında böyle bir ‘birlik’ toplantısı organize edilir, fakat bir sonuç alınamaz. İmalat-ı Harbiye Mektebi’nin son sınıf öğrencilerinden ikisinin adı öne çıkmaktadır ve ‘birlik’ konusunda anlaşma sağlanamamıştır. Agah Orhan’ın öncülüğündeki grup ‘Altınörs İdmanyurdu’nu, Şükrü Abbas’ın öncülüğündeki grup ise ‘Turan Sanatkarangücü’nü 31.08.1910 tarihinde kurarlar. Bu belirtilen genç işçiler kulübün kuruluşunda aktif olmalarına rağmen yönetimlerde yer almayıp futbolcu olmayı tercih etmişlerdir. Kulübün kuruluşunun aşağıdan, yani işçi ve işçi okulu öğrencilerinden gelmesi dikkate değerdir. Bu ‘öğrencilerin’ aynı zamanda atölyelerde çalıştıklarını belirtmeye gerek yok. Okudukları okul bir anlamıyla ‘atölyelerin’ alt yapısını oluşturan kurumlardır ve buradaki öğrenciler fabrikalarda ustalarının gözetiminde pratik yapmaktadırlar.
Altınörs İdmanyurdu’nun başkanı Kazım Usta, fişek fabrikasında torna ustabaşı; kâtip Osman Ahmet tornacı; kaptan Kerim Fil, silah fabrikasında usta ve muhasip Boşnak Hasan tornacıdır. Altınörs oyuncuları da fişek ya da silah fabrikasında çalışan işçiler veya İmalat-ı Harbiye usta mektebi öğrencileridir. Yine aynı tarihte kurulan Turan Sanatkarangücü’nün başkanı Hasan Muhittin Bey fişek fabrikasında ustabaşı, Katip Lütfü Bey usta mektebi öğrencisi, muhasip Numan Usta İmalat-ı Harbiye Atölyesi kontrol memurudur. Altınörs İdmanyurdu’nun arması örs ve örse çekiçle vuran bir eldir. Turan Sanatkarangücü’nün arması ise ağzında çekiç sıkıştırılmış bir kumpastır (Arığ, 1996: 29). Bu arada kulüplerin kendileri arasında yaptıkları ilk maçın olaylar nedeniyle 0–0 bitmesi ilginçtir. Arığ, iki kulübün oluşumunda işçilerin görüşleri arasında bir farktan bahsetmektedir. Buna göre Altınörs İdmanyurdu Mustafa Kemalci; Turan Sanatkarangücü ise Enver Paşacıdır (1996: 30). Fakat burada belirtilen isimlerin 1910’daki popülaritesinin böyle bir ayrımı meydana getirebilecek kadar büyük olduğunu söylemek mümkün müdür? Buna karşın her iki kulüpte de bağımsızlıkçı eğilimlerin güçlü olduğunu belirtmek ve İttihat ve Terakki Partisi sempatizanlarının bir ağırlığa sahip olduğunu belirtmek yerindedir. Bunun ötesinde bu yıllar bağlamında İmalat-ı Harbiye işçilerinin hayli politik bir atmosfer içerisinde olduklarını da belirtmek yanlış olmayacaktır. Özellikle 1. Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı yılları bunu destekler niteliktedir. Enver Paşa ve Lenin lehine sloganlar atılan 1 Mayıs’ların yaşandığının (1920- Trabzon) belirtildiği bir dönemin (Akt. Ahmad, 1998: 129) ve o günkü işçilerin duruşlarının anlaşılabilmesi için o günlere daha ayrıntılı bakmak gerekmektedir. Yani ‘Enver Paşa’cılık’ aslında nedir? Bu ayrı bir tartışmanın konusudur.
Bu arada bir parantez açıp, Osmanlı’nın bu son dönemlerinde işçi hareketinin durumuna bakmak gerekir. Türkiye işçilerinin ilk sınıfsal örgütlenmelerinden birisi olarak kabul edilen Amele-i Osmanî Cemiyeti (Osmanlı Amele Cemiyeti) 1894–1895 yıllarında Tophane Fabrikası’nda çalışan işçilerce kurulmuştur (bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi,1996; Şişmanov,1990; Disk, 1977; Sencer, 1969 vb.). Tophane Fabrikası bir anlamıyla Zeytinburnu’ndaki atölye ile aynı kurum bütünlüğü içerisinde yer almaktadır. Kulüplerin kurucularının bir kısmı önceden bu fabrikada çalışmışlardır. Bu dernek bir yıl sonra kapatılmıştır (Disk, 1977: 197). Kurucuları ağır cezalara çarptırılmış, bir kısmı sürgüne gönderilmiştir. Bunların önemli bir kısmı zaman içerisinde İstanbul’a dönmüştür. İkinci Meşruiyetin ilanı sonrasındaki görece rahatlık ortamında, 1908 yılında, Osmanlı Amele Cemiyetinin kurucuları Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti adı altında tekrardan örgütlenmişlerdir (Sencer,1969: 207). Bu örgütlenmenin de ömrü uzun olmamış ve 1909 yılında çıkartılan Cemiyetler Kanunu’na uymadığı, içinde askerleri barındırdığı gerekçesiyle kapatılmıştır (T.S.A., 1996: 41). Fakat bu konuyla ilgili hemen tüm kaynaklarda belirtildiği gibi 1910 yılında bu sürecin bir devamı olarak Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti kurulmuştur (Karakışla, 1998; T.S.A.,1996 vb.). Turan Sanatkarangücü ve Altınörs İdmanyurdu’nu kurucusu olarak adı geçen yedi ismin beşi, bu dönemde, bu Cemiyet’te aktif olarak görev alan isimlerdir. Osman Ahmet, Kazım, Boşnak Hasan ve Numan Usta’lar Cemiyet azası olarak görev yaparlarken, Hasan Muslihittin Usta ise Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti Reisliği görevinde bulunmuşlardır. Bunun yanında işçi önderi olarak öne çıkan, son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve ilk T.B.M.M.’ye ‘ilk işçi milletvekili unvanıyla’ giren isim ise tam adı Abdülmecid Numan olan Turan Sanatkarangücü’nün ilk yönetim kurulunda yer alan Numan Usta’dır (T.S.A, 1996: 440) (Numan Usta için ayrıca bkz. STMA, 1988: 1879 ve 1889). Kendisi bir sosyalist olmamakla beraber, İttihatçı çevrelere yakınlığıyla bilinen bir işçi önderidir. Osmanlı Mebusan Meclisi’ne seçimlerinde aslen ‘sol’ bir partiden aday olmadığı (Osmanlı Mesai Fırkası) eski bir İttihatçı olarak İttihatçıların da desteğiyle ‘erbab-ı say ve sanatın hakkını mudafaa’ iddiasıyla seçildiği belirtilmektedir (Tunçay, 2000: 42) (ayrıca seçilme süreci için bkz. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi syf. 1889). Ayrıca bu isim, ‘resmi işçi önderliği’ni fiilen üstlenmiş bir isim olarak 1923’de kurulan İstanbul İşçi Teşkilatlan Heyet-i Müttehidesi’nde de geçecektir. Bu kuruluşta daha sonraları komünistlerin etkin olduğu belirtilmektedir (STMA, 1988: 1879). Bunun dışında 1910’lu yıllarda İstanbul Cuma liginde oynayan takımın sağ-beki Tunalı Ali’de ‘işçi milletvekili’ olarak TBMM’de bulunmuştur. Turan Sanatkarangücü’nün yeri Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti’nde bir odaydı. Bu durum bir anlamıyla bugünkü Ankaragücü’nün tarihsel olarak bir ayrıcalığına tekabül etmektedir. Bilindiği kadarıyla profesyonel liglerde yalnızca işçiler ve emekçiler tarafından kurulan, işyeri temelli olan ve tarihi bu kadar eski olan bir kulüp daha yoktur. Bunun yanında kulüp yalnızca işçilerin oluşturduğu bir kulüp değil, zamanın ilk işçi örgütlenmelerinin (Osmanlı Amele Cemiyeti’nden başlamak üzere) ve ilk işçi önderlerinin de izlerini taşıyan bir kulüptür.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlaması üzerine kulüp bir anlamıyla ‘futbolu’ bırakmak durumunda kalmıştır. İşgal kuvvetlerinin silah fabrikalarının kapatılmasına ilişkin baskılarıyla birlikte, futbolcuların ve yöneticilerin çoğu Anadolu’da yürütülen Kurtuluş Savaşı’na katılmışlardır. Artık kulüp merkezi Ankara’dadır. Bu dönemde Kurtuluş Savaşı’na destek amacıyla birçok ‘direniş teşkilatı’ oluşturulduğu bilinmektedir. Bu teşkilatlardan biri olan İmalat-ı Harbiye Direniş Örgütü’nün çekirdeğini ise Altınörslü ve Turan Sanatkarangüçlü futbolcular oluşturmaktadır (Arığ, 1996: 35). Bu dönemde kulüple ilgili birçok isim emperyalizme karşı olan bu savaşta ölmüşlerdir. 1920’lerin başına gelindiğinde her iki kulüp kendisini Ankara’da yeniden kurmuştur. Altınörs İdmanyurdu ismini Anadolu Sanatkarangücü olarak değiştirmiş, Turan Sanatkarangücü ise aynı isimle daha sonra kurulmuştur. İki kulübün birleştirilerek İmalat-ı Harbiye adını almaları ise 1926’yı bulacaktır. Kulüp Ankaragücü adını ancak 31.08.1933’deki kongresinden sonra almıştır. Daha sonra isim bir süre AS-FA Gücü olarak değişmiş, 1948’den itibaren ise Ankaragücü olarak kalmıştır (Arığ,1996). CHP Antalya Milletvekili Feridun Baloğlu’nun 4 Mayıs 2004 tarihli TBMM’deki konuşması tutanaklara şu şekilde geçmiştir: “… (medyada) 1910'da İstanbul'da Osmanlı işçilerinin ve Osmanlı sanatkârlarının kurduğu Turan Sanatkarangücü’nün devamı olan Ankaragücü'nü göremezsiniz. O Ankaragücü ki, bütün futbolcuları, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na gönüllü katılmıştır; kurumsal olarak katılmış tek kulüptür. Şehitler vermişlerdir Geyve boğazında, İmalat-ı Harbiye'de çalışmışlardır ve kurtuluştan sonra Ankaragücü yeniden kurulmuştur”.
Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarına ve hemen sonrasının politik atmosferiyle ilgili bir biçimde İmalat-ı Harbiye’ye bakmanın enteresan sonuçları vardır. Şişmanov, Anadolu’daki sosyalist/komünist oluşumlar içerisinde İmalat-ı Harbiye işçilerinin bir kısmının da bulunduğunu belirtmektedir (1990: 92). Anadolu’da saydığı sekiz ila on merkezin içerisinde İmalat-ı Harbiye işçilerini de zikretmiştir. Türkiye Halk İştiraküyun Fırkası’nın kurulduğu sırada, Anadolu’da 500 faal üyesinin olduğunu belirten Şişmanov, “Ankara’da yalnız silah fabrikalarında, 85 üyeli bir grup faaliyet göstermekteydi” demektedir (1990: 96). Ankara 1922 yılında ilk 1 Mayıs’ını yaşamıştır ve bu 1 Mayıs kutlamalarında İmalat-ı Harbiye işçilerinin de adı geçmektedir. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi’ndeki şu ifadeler dikkat çekicidir (1996: 180):
“…İmalat-ı Harbiye ve demiryolu işçileri o gün çalışmayarak eş ve çocuklarının da katıldığı bir toplantı düzenlediler. Buraya 3 milletvekili ve SSCB elçiliği temsilcileri de katıldı. İşçiler adına yapılan konuşmada emperyalizme karşı çarpışan hükümetin desteklendiği bildirildi. O akşam düzenlenen tiyatro oyununun geliri de işçi yardımlaşma sandığına yatırıldı…”
Cumhuriyet’in kuruluş yılında Ankara’daki 1 Mayıs’ta yine İmalat-ı Harbiye işçilerinin adı en başta, hatta tek işçi topluluğu olarak geçmektedir. Cumhuriyet’in ilanından sonra ilk 1 Mayıs, hükümetçe yapılan yasaklamaya karşın 1924’te Ankara’da kutlandı (S.T.M.A, 1989: 1896):
“...Ankara’da ise İmalat-ı Harbiye işçileri Cebeci’de Boşnak Mahallesi’nde bir toplantı düzenleyerek 1 Mayıs’ı kutladılar. İşçi çocukları Hastalık Sandığı yararına rozet dağıtıp, bağış topladılar. İşçiler marşlar söylediler ve Vilayet ve TBMM önüne kadar yürüyüp konuşmalar yaptıktan sonra dağıldılar...”
Eski TKP Genel Sekreter’i İsmail Bilen 1973’de yaptığı bir konuşmada 1924 Ankara 1 Mayıs’ını konu edinmiştir. Kendisine göre büyük bir yürüyüş gerçekleşmiş ve bunda TKP Ankara İl Komitesi’nin etkisi olmuştur. Bu etki de “Kurtuluş savaşı günlerinden beri Ankara’daki «İmalat-ı Harbiye» ordu donatım fabrikası”nda etkili olunması sayesinde gerçekleştirilmiştir (http://tustav.org/1/1973_5.htm). Bunun yanında 1925’de kapatılan Amele Teali Cemiyeti içerisinde de ciddi sayıda İmalat-ı Harbiyeli olduğu bilinmektedir.
Kulübün kimliğine ilişkin farklılaşma kısmen Ankara’ya geldikten sonra başlasa da özellikle 1930’lu yıllardan sonra kulüp yönetimi neredeyse tamamen bürokratlara kalmıştır. Fakat o yıllarda dahi kulübün ‘amale takımı’ olarak anıldığı belirtilmektedir (Arığ, 1996: 51). Daha sonraki dönemlerde hem kulüp yönetimi, hem sporcuların yapısı itibariyle hem de Türkiye’de bu alandaki profesyonelleşmenin de etkileriyle kulüp ciddi değişimlere uğramıştır. Fakat bu sefer artık ‘tribünler’ öne çıkacaktır.
İşçi sınıfı takımı Ankaragücü’nden farklı olarak, “Sultani” bir “seçkinler takımı”dır. Şimdiki Atatürk Lisesi olan Ankara Sultanisi’nde kendilerini okul takımına almayan hocalarına kızan birkaç öğrencinin elinden tutan Muş mebusunun gençlere bir kulüp kuruvermesiyle Gençlerbirliği oluşur. 1923’te kurulan kulübün ilk başkanlığını Mülkiye Müfettişi Faik Bey üstlenir. 1925’te gerçekleşen ilk kongrede fahri başkan İzmir mebusu ve Milli Eğitim Bakanı Necati Bey, genel başkan Faik Bey’dir. Daha sonra oluşturulacak yönetim kurulu yine, üç memur, bir öğretmen ve bir öğrenciden oluşmaktadır (Bora, 2003). “Anadolu burjuvazisinin takımı, Cumhuriyetle birlikte kurulan Gençlerbirliği” (Baloğlu; 2004) kendi halinde bir güzideler camiası oldu.
Ankaragücü tarihinde bahsedilen ve örneğin Tanıl Bora’nın Ankaragücü’ne olan “son sempati kırıntısını da harcatan” olay, Ankaragücü’nün 1980/1981 sezonunda, 2. ligdeyken, Türkiye Kupasını kazandığında, cuntanın çıkardığı bir kanunla 1. lige alınmasıdır. Bu olay üzerine takımın “paşaların takımı” damgasını yediği ve zaten taraftarın da buna teşne olduğu (Bora ve Cantek, 2000) hususu tartışmalı… 12 Eylül darbe koşullarında kendisine toplumsal meşruiyet alanı yaratmak isteyen cuntanın, Ankara’da çok sevilen bir takım üzerinden isim yapmaya çalışma çabası tipik bir diktatör tavrı değil midir? Ayrıca Ankaragücü’nün 1. lige terfiinde, takımın bileğinin hakkı ile aldığı Türkiye Kupası başarısını göz ardı etmemek gerekir. Ankaragücü’nün 1. lige terfii ile kimse mağdur olmamıştır, kimsenin hakkı yenmemiştir. Tüm bunlara rağmen, cuntanın kanununu tüm takıma ve tribünlere mal etmekteki niyet de tartışmalıdır. “Bir futbol kulübü kimindir Allah aşkına? Başkanın, yöneticilerin mi? Fenerbahçe şimdi Aziz Yıldırım’ın mı oldu mesela? Beşiktaş Seba’nın mıydı? Futbolcuların, teknik yönetimin mi?” (Bora, 2000). Öyleyse takım “paşaların takımı” mıdır gerçekten?(1)
12 Eylül döneminde “ifrit olunacak bir sürü hukuksuzluk” almış başını yürüyorken, 1. lige çıkarılması yüzünden Ankaragücü’ne ve tribünlere soğuk nazarlarla bakmakla, kanunu yapanlara soğuk nazarlarla bakmak arasında fark olması gerekmez mi?
Tribün Profilleri/ Proleter Kamusal Alanı Olarak Tribünler: Gençlerbirliği ve Halkın Takımı Ankaragücü
Herkes bilir ki, Ankara futbolunun taraftarıyla tartışmasız en kitlesel takımı Ankaragücü’dür. Kavramsallaştırma olarak da “halkın takımı”, takımın Ankara’ya taşınmasından bu yana herkes tarafından sahiplenilmesi ve taraftar ve seyirci profili ile belirginleşmiştir. Ankara’ya göç edenler, pazarcılar, kenar mahalle sakinleri hep Ankaragüçlüydü ve dolup taşıyordu tribünler. Bu kitlesellikte Ankaragücü’nün bir işçi takımı olmasının da etkili olduğu düşünülebilir. Hacettepe’nin mahallesiyle birlikte ortadan kaldırılmasıyla, mahallenin bıçkın ruhu da Ankaragücü’yle yaşamaya devam etti.(2) Bunun yanında “elitist” Gençlerbirliği “münevverlerin, bürokratların, “şık”ların, özcesi Yenişehir’in takımı oldu Ankara’da - mahallelerle pek alışverişi olmadı. “Gençler” seyircisi, Hacettepe’nin Çubuk şaraplarıyla maça giden, kimi zaman delikanlılık raconu filan dinlemeyip ifrata kaçan divane taraftarına da, uzun müddet Ankaragücü’nün açık tribününü dolduran İmalat-ı Harbiye işçisine de benzemedi (Bora ve Cantek, 2000).
Ankaragücü’nü 60’lı yılların başından beri takip eden Ankara’nın duayen gazetecilerinden Güray Soysal, Ankaragücü ve Gençlerbirliği taraftarını söyle anlatır (akt. Adnan, 2005: 244); “Gençlerbirliği’nin taraftarı ise hep bürokrat kesimden, tiyatro seyreder gibi maç seyreden bir gruptu. Ankaragücü’nün ise avam, halk tabakasındandı taraftarı. Varoşlardaki insanlar, daha ziyade Ankaragücü’nü tutardı”. Tıpkı Tanıl Bora’nın “Nasıl Gençlerli Oldum?” yazısında bahsettiği gibi (Bora, 2001a: 244); “Ankaragücü: İmalat-ı Harbiye işçilerinin, toptancı halinin, “başkent” kimliğiyle özdeşleşerek şehre kabullerini pekiştirmek isteyen taşra göçmeni yeni Ankaralıların her zaman popüler, her zaman tribünü kalabalık halk takımı… Gençlerbirliği: Başta Ankara Atatürk Lisesi, Ankara liselerinin ve başta Hukuk ve Mülkiye, Ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren, saygın –hatta biraz kibirli- ama aslında kendi halinde bir “güzideler” camiası…”
“Gençlerbirliği’nin yeni zamanlardaki taraftar (daha doğrusu taraftar ve seyirci) yapısına bakarsak, 60’ların profilinin izlerini hâlâ görebiliriz. Örneğin açık tribünün (“gecekondu”nun yanı) amigosu, üniversite mezunu ve devlet memuriyeti görmüş olmakla övünür. 60’ların profilini cismen de görebiliriz; zira sayısı onlu rakamlardan ileri gitmese de Gençlerbirliği’nin sadık güngörmüş taraftarları var hâlâ maçlara gelen. 80’lerde Ankaragücü’nün debdebesinden hazzetmeyen ve skordan çok futbol seyretmeyi önemseyen yeni bir futbolsever kuşağı da, Gençlerbirliği’nin eski “seçkin” kimliğini yeniden üretecek bir miktar taraftar/seyirci kazanmasını sağladı” (Bora ve Cantek, 2000).
Gençlerbirliği’nin “Ankara'da yaratılmak istenen modern Cumhuriyet kültürünün ideallerinin güçlü etkisi altın gelişmiş, bürokratik elit nezdinde sağlam bir itibara sahip olması” (Bora, 2002) ise Gençlerbirliği tribünlerinin yalnızlığının nedeni olarak görülebilir. Gençlerbirliği’nin “kitlesel olmayan ancak nüfuzlu camia desteğinin” aksine, Ankaragücü, kitlesel halk desteği ile var olmuştur.(3)
Vesile olduğu sosyallikle beraber, futbolda ‘taraftar’ olmak örgütlü ilişki sahibi olmak anlamına da gelmektedir. Bu açıdan ayrı bir kamusallık yaratmak bunun zeminlerinin ve ilişkilerinin hazırlanması anlamına gelecektir.
Kamusal alan deyimini farklı bir şekilde ‘işçi sınıfı’ tartışmasıyla beraber ele alan Negt ve Kluge’a göre, kamusal alan deyiminin işçi sınıfı veya daha da genişletirsek emekçi yığınları açısından kritik noktası ‘pratik’ deneyimdir (1991: 69). Her ne kadar Negt ve Kluge bu olguyu daha üst bir boyutta, siyasal faaliyetleri de dahil eden bir boyutta tartışsalar da bir ‘deneyimsel anlam’(1991: 66) alanı olarak bu kavram yoksul kitlelerin kendilerini gerçekleştirdikleri ve ‘ortaklaşa bir kollektiviteyi yaratma eylemleri’ çerçevesinde önemli bir yere sahiptir. Negt ve Kluge kamusal alan tartışmasında, bu oldukça geniş anlamlar içeren kavramın, “…ancak içinde toplumsal deneyim örgütlenebildiği takdirde kullanım değerine sahip olacağını” belirtmektedirler (1991: 73).
Modern haliyle futbol, ortaya çıktığı ülke olarak kabul edilen İngiltere’de yasaklarla da gündeme gelmiştir. Stemmler, futbolun 700 yıllık erken tarihinin aynı zamanda bir yasaklar tarihi olduğundan bahsetmektedir. Bu noktada futbol oyununun ‘kamu huzur ve asayişini bozma’ potansiyeli bu yasakların başta gelen sebeplerinden biri olarak kabul edilir (Stemmler, 2000: 29). Bu oyunun kitlesel şekilde oynaması ve özellikle ‘saygın olan’, ‘kutsal olan’ birçok olguyu tanımayacak bir ortam hazırlaması, bir anlamda Bakhtin’in deyimiyle yarattığı ‘şenlik’ atmosferi, elbette yönetici sınıfları rahatsız eden bir durumdur. Oyun ilk ortaya çıkışından beri birçok kural değiştirmiştir, fakat büyülü bir şekilde bu ‘bozucu’ özelliği farklı formlarda süregelmiştir. Stemmler, modern kitle futbolunun temelini, hatta önkoşulunu, “İngiliz futbolunun asırlar boyu süren düzensizliği ve toplumsallığına bağlamaktadır”. Fakat hayattaki her şey gibi bu alanda da çeşitli değişimler ve karmaşık/çelişik süreçler ortaya çıkmıştır. Hegemonya ve popüler kültür bağlamında konuyla ilgili olarak, ilk dönem futbolu ve sonrasında ‘isyanın’ görünüm değiştiren hali hakkında S. Hall’ın değerlendirmeleri ilginçtir (Hall, 1999: 100):
“...Endüstri öncesi futbol büyük ölçüde düzensizdi, şekillendirilmişti ve standart kaynakları yoktu (top tekmeleneceği gibi, taşınabilir, atılabilir, kapılabilirdi). Bazen yüzlerce kişi katılırdı, işaretlenmemiş alanlarda veya kasaba caddelerinde yapılırdı. Bütün oyunlar yöresel geleneklere göre oynanırdı ve sıklıkla… İsyan Yasa’sının okunmasıyla son bulurdu. Bunun aksine modern oyun ileri derecede düzene sokulmuş ve sistemleştirilmiştir. Evrensel olarak uyulan ve hakemleştirilmiş kurallara göre bir merkezden yönetilir. Doruk noktası cemaat düzeyinde değil yerel bağlar çok güçlü olmakla birlikte ulusal ve uluslar arası düzeydedir. Katılım için değil, seyirlik olması için yeniden düzenlenirler. ‘İsyan’ oyun alanında değil tribünlerde gerçekleşir”
Hall’ın belirttiği noktadaki gelişmeler günümüzde ‘endüstriyel futbol’ adı verilen ‘tamamen piyasa için futbol’ diyebileceğimiz hızlanan süreçte daha da netlik kazanır. Bir taraftan izleyicinin artık daha fazla ‘müşteri’ olması istenirken, diğer yandan tribünlerdeki insanların ‘hareket etme’ veya ‘maçı nasıl izlemeleri gerektiği’ dahi belirlenerek kitlelere dayatılır. Çünkü bu tarihsel süreçte görülen ‘kitlelerin’ dışlanması sürecine cevap farklı bir formda yine kitlelerden tribünler üzerinden gelmektedir. Futbol oyunu hakkında yüzyıllar önce edilen şikâyetler günümüzde yöneticilerin ‘futbol taraftarlarından şikâyetine’ dönüşmüştür. Sürece tarihsel dışlama ve para-merkezli bir dünya açısından bakıldığında bu nokta dikkat çekicidir.
Özellikle Avrupa’da, futbolun yarattığı zeminde taraftar temsili üzerinden alternatif yaklaşımlar geliştirmeye çalışan birçok çalışma mevcuttur. Bunlardan başarılı bir örnek olan Guilianotti’nin İskoçya’da popüler kültür çerçevesinde futbolu ele aldığı çalışmasında, taraftarların sosyalleşme süreçlerinin ve bu zaman dilimlerinde kullanılan dilin ‘muhalifliğinin’, özellikle ‘alt-sınıfların konuşma’ imkânı sağladığının altı çizilmektedir (2005: 350). Hatta kulüplerin bulunduğu şehirlerin çok uzağında, Celtic ve Rangers’ın Kuzey Amerika’daki taraftar örgütlenmeleri açısından, yaratılan ‘atmosferlerinde’ bir birlik ve kollektivite yaratmakta dikkate değer yönelimleri olduğunu belirtmektedir (2005: 352–353). Bu kollektif deneyim bir açıdan yaratılan ve ortak deneyimlenen bu durumun önemini göstermekle beraber, hemen hiçbir zaman yalnızca renkleri veya kulüpleri temsil etmez. Çoğu zaman farklı toplumsal kimlikleri içeren bir temsile de bürünebilir. Örneğin, Guilianotti’nin çalışmasında Celtic ve Rangers taraftarları arasındaki farklılık etnik-dinsel bir bölünmenin de izlerini taşımaktadır (2005: 351). Deneyim için olmazsa olmaz noktalardan birisi de elbette tarih ve ortak hafıza gibi noktalardır. Özne olabilmek bir anlamda ‘tarihin kurgulanması’ ile mümkündür. A. King’in makalesinde belirttiği gibi ‘holiganizm’de ‘kollektif hafızanın’ önemli bir rolü vardır (King, 2001). King’in tartışması daha çok bu grupları anlamak ve grup içi dayanışma ve ortak zihin üzerine düşünmek konularını öne çıkarır, bunu yaparken de futbol ve şiddet ile ilgili olarak yalnızca kriminolojik bağlamda yapılan yaklaşımlara da göndermede bulunarak, konunun yalnızca bu kısmıyla ilgilenmenin yaratacağı problemler üzerinde de durmaktadır.
Kuruluşundaki geleneği, işçilerin, yoksulların takımı olarak sürdüren Ankaragücü’nün kale arkası tribünün adının yıllardır “Gecekondu” olması boşa değildir. Tribundergi.com sitesinden bir alıntı yapacak olursak: “‘Gecekondu’, kentin yoksullarının müdahil olabilmek için kendilerine seçtikleri bir alan. Çok çeşitli mekânlardan gelen gençlerin buluşma yeri ve tam anlamıyla eğlencenin mekânı. Enformel sektör için, özellikle seyyar satıcılar için bir birleşme mekânı, küçük işletme işçilerinin kendileri gibi olanları buldukları yer, 'haylaz ve gergin' lise öğrencilerinin güç gösterme ortamı! Bütün sınıf kültürü çalışmalarında ortaya konulan özelliklerin yansıdığı, adeta bir laboratuar olarak Gecekondu ağırlıklı olarak 'alt-kesim' taraftarları ile Ankara'da futbol deyince hatırlanacak belki ilk şey...”
Günümüzde Ankaragücü tribünlerinin yapısı, Ankara’nın dar gelirli semtlerinin bir ‘konfederasyonu’na benzemektedir (Etlik, Doğantepe, Yenidoğan, Cebeci, Demetevler, Balgat vb.).(4) Genel olarak tribünlerdeki genç taraftar ‘kendi mahallesindeki’ ilişki üzerinden tribünlere gelmektedir. Mahalleli gençler ‘mahalle’ isimleriyle ‘tribün gruplarının’ alt-gruplarını oluşturmaktadırlar. Ankara’nın dar gelirli veya orta halli sayılabilecek mahallelerinin gençleri arkadaş gruplarıyla bu ‘konfederasyonu’ oluşturmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında da ‘Hacettepe’nin yerini ‘hacettepelerin’ aldığını söylemek mümkündür. Aktif olan genç mahallelilerin yanında yaşı ilerlemiş olan taraftarlar da genel olarak aynı mahallelerden gelen insanlardan oluşmaktadır. Yaşı artık sürekli tezahürat yapmaya veya harekete uygun olmayanlar özellikle Gecekondu’nun yanında ‘ihtiyarlar’ olarak anılan yerde veya ‘maraton’da daha az ses çıkaran ama daha eski taraftar kimlikleriyle tribünleri doldurmaktadırlar.
Taraftar profillerinden bahsederken bir başka noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Ankara futbolundan ve Ankara takımlarından bahseden yazıların hemen hepsinde Gençlerbirliği’nin Ankara’nın yegâne sivil takımı olmasından ve/ya camianın da kendisini, hepsi sivil veya askeri bir kamu kurumuna yaslanan diğer Ankara takımlarına karşı "Ankara’nın yegâne sivil takımı" olarak algılamasından bahsedilmektedir (Bora ve Cantek, 2000; Bora, 2002; Demirkol, 2003 vb…). Gençlerbirliği’ne “devletçi bir devletin göbek deliğinde sivil kalabilme başarısı” gösterdiği için övgüler düzülürken (Demirkol, 2003), “bütün ciddi takımların -Hacettepe kuruluncaya dek- bir devlet müessesesine, çoğu da askeriyeye bağlı olduğu bir vasatta, “en sivil” pâyesi, tahsilli ve bürokratik elitin bu has kulübüne düşüyordu” (Bora ve Cantek, 2000).
Ankara futboluna ilişkin resmi- sivil takım ayrımı sık sık kullanılmasına rağmen, bunun salt “kurumsal” bağlamda olduğunu, sosyolojik olmadığını belirtmekte yarar var. Temel çatışmayı devlet ve sivil toplum arasına sıkıştıran bu “sol” anlayışın, Gençlerbirliği’ni yegâne sivil takım olarak görmesi ve sempati kanallarını buradan zorlaması manidar. MKE kurumuna “yaslanan” Ankaragücü tespitlerinde taraftar hep dışarıda bırakılıyor, kulüp “resmi” kimliği altında tanımlamıyor. Oysa kentin yoksullarının takımı Ankaragücü, kitlesinin “samimiyetiyle”, seçkinci kulüplerin aksine gayet “sivil” aslında. Çatışmanın sivil toplum-devlet ekseninde yapılması elbette yalnızca ‘futbol alanında’ değil. Yaygın bir şekilde ülkenin tarihine de böyle bir yaklaşımın olduğunu belirtmek mümkün. Bu yaklaşımın bir sonucu ‘işçi sınıfı’nı görmemeye kadar uzanır. Metin Özuğurlu sivil toplum-bürokratik devlet gerilimi üzerinden kurulan yaklaşımı şu şekilde eleştirir (1996: 54):
“…Tarihin gerçek mazlumu olarak emekçiler, sivil toplum potası içinde burjuvazinin tarihine tabi kılınır. Böylece işçi sınıfı tarihsizleşirken, burjuvazi de ‘mazlumlaşır’. Evet, burjuvazi işçi sınıfını ne kadar tarihsizleştirirse o kadar mazlumlaşır”
Ankaragücü’nün geçmişindeki işçi kimliğinin pek görülmemesi ve onun devletle ilişkisinin öne çıkarılması da bir açıdan kulübün kuruluşunda yer alan sınıf damgasını görmezden gelir. Diğer yandan ise Gençlerbirliği’nin sivilliğini siyasal alandaki bir sivillikle benzeştirecek olursak, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi kadar “sivil”dir. Türkiye’de sivil toplum- resmilik tartışmalarında genel olarak bu sol anlayışın yaptığı “buz gibi” burjuvayı bize sivil diye sunmaya çalışmaktır.
Kapitalizmde “Taraf”tar Olmak
Futbol değişen dünyanın yeni pazar alanı haline geldikçe, hayatlarımızdaki “karşılığı” da değişmeye başladı. Para basan yıldız oyuncular, reklâm gelirleri, tv yayınları ama en önemlisi seyirciler potansiyel tüketici kitlesi artık… Ticarileşen futbol sektörü içinde futbolseverlere düşen pay her anlamda ağırlaşıyor. En iyisi evde, yoksa kahvede şifreli maçları izlemek… İlla dışarı çıkmak isteyenler için önce kalabalıkların daha etkin kontrolünü sağlamak ve şiddeti önlemek için herkesin oturduğu statlar oluşturulacak, daha sonra bu statlarda taraftarın geleneksel gönülden desteği değil, müşteri seyircinin parasal desteği alınacak. Çünkü futbol, değeri milyarlarca dolarlarla ölçülen bir eğlence sektörü, bundan böyle parasını veren eğlenecek.
Son yıllarda profesyonel futbol ve ekonomik dönüşümün etkilerini Hollanda’daki taraftarlar üzerinden değerlendirmeye çalışan Oppenhuisen ve Van Zoonen’in çalışmaları bu alanda önemli veriler sunmaktadır. Yazarlar öncelikle profesyonel futbolda ticari söylemin tüketicisi ile sportif söylemin taraftarı arasında bir gerilimden bahsetmektedirler (2006: 63). Hollanda’da 7 takımın taraftarlarını ise kendilerinin geliştirdiği bir ölçek aracılığıyla değerler değerlendirmesine tabi tutarlar. Bu değerlerde endüstriyel futbolun kimi söylemleriyle taraftarın geleneksel değerleri karşılaştırılır. Buna göre birçok açıdan endüstriyel futbol söylemi, taraftarlar içerisinde ciddi bir yaygınlık da kazanabilmiştir (2006: 69). Fakat yazıda ele alınan ‘kesimler’ ve değerler skalasındaki ifadelerin tartışmalı olabileceğini de belirtelim. Endüstriyel futbola karşı direnmenin, ilk başta ‘örgütlü’ ilişkide olmanın yani ‘taraftar’ olmaktan geçtiğini belirtelim. Kapitalizmin her alanda talep ettiği gibi bu alanda da ‘yalnız’lık istenmekte ve ‘seyirciliğin’ olmazsa olmazı olarak ileri sürülmektedir. Oysa bu şekilde futbol küresel kapitalizmin isteklerine göre daha kolay şekillendirilip bir şov endüstrisi olarak görülmesi istenmektedir.
Günümüz futboluna karşı Curva Sud’da A.S. Roma’dan ve futboldan taraf olan Ultras taraftar grubunun dünyaca ünlü manifestolarına giriş metninde futbolun geleceğine ilişkin şu öngörüler vardır; “futbol sahasının yeşilinin sponsor alacağı ve tribünlerde; reklamları kapatabileceği için pankart asmanın yasaklanacağı günlere az kaldı… Kuzey Avrupa’da olduğu gibi, çok büyük bayrakların, pankartların, meşalelerin vs. kullanılmasını engellemek amacıyla onlarca ve onlarca “taraftar kontrolörü”nü içeri sokmayı deneyecekler… Ve yakın zamanda takımlarımızın formaları (evet, formalar bize kalan son şey) sponsorlarla dolacak, tıpkı Formula 1 arabalarındaki gibi…” (Ultras).
Mevzu sadece paralılaşma değil ki; parasını bastırıp tribünün vipine, koltuğun numaralısına, sahanın açığına, reklâmın iyisine, futbolcunun yıldızına, kulübün para basanına, desteğin suskununa alışan seyirci ve onun yaratacağı kültürle yok edilmeye çalışılan taraftar kültürü ne olacak? Ticarileşme ile yaratılmak istenen maddi gücü yerinde, bir pazar gezintisine çıkmış gibi stada gelen, ayakta durup da kimseyi “rahatsız” etmeyen, eğlenmeye gelen, 12. adam olan bir seyirci tipidir. “Artık kavganın, sayıları artırılmaya çalışılan televizyon izleyicisi (büyük kısım) ile gözden kaybolmaya ya da kenar unsuruna dönüştürülmeye yöneltilmiş stad seyircileri arasında olduğu bir gerçek… Gelecek çoktan seçilmiş; kendi takımını statta bir tiyatro oyunuymuş gibi takip etmek isteyen ılımlı seyirciye ait. O seyirci, eğer bir bayrak bir saniyeliğine görüntüyü kapatırsa şikâyet eder…” (Ultras). Ama taraftarın ne takımını ne de tribünlerdeki yerini üç beş kuruş daha fazla verip “lütfen numaralı koltuğunuzda oturanları görevliye şikâyet ediniz” anonslarını dinleyecek ve sessiz sedasız maç izleyecek seyirciye bırakmaya niyeti yok.
Çünkü taraftar farklıdır, her şeyden önce “taraf”tır. Ne Türkiye’deki şiddet tartışmalarındaki gibi ne hem suçlu hem güçlü holigan ne de takımıyla hastalıklı bağlar kurandır. Futbol taraftar için boş zamanlarını doldurduğu bir aktivite değildir (Bilgiç, 2005). “‘Taraftar’ bir türlü ‘endüstriyelleşmeyi, parasallaşmayı’ sindiremez içine; hem de onca yayına karşın… Taraftarlar medyası ile para merkezli anlayışıyla, profesyonellik ve ‘verimlilik’ düşkünü bir dünyanın akışını kırıyorlar. Edilgenleştirilmeye karşı bir anlamda karşı duruşu gerçekleştiriyorlar, ‘ortak güçleri’ ile karşı koyuyorlar Ankaragücü tribünlerinin deyimiyle ‘alayına karşı’… Tribündekiler için futbol sadece sahada top koşturanları izlemek değildir. Tribün taraftar için, gösteri toplumunda isyanın mekânı; Lefebvre’nin kavramlarıyla bakıldığında ‘gündelikliğin’ kırıldığı bir şenlik mekânıdır aslında. İnsani olana ilişkin birçok değerin ‘yaşamasına olanak tanıyan bir alan’ olarak tribünler, ‘taraftar’ın kültürüne karşı endüstriyel futbolun ‘seyircisi’ arasındaki çatışmaya mekân olmakta. Yalnızca alkışlı ve ‘kontrollü’ destek beklenen, ‘dışarıdaki’ hayatı içselleştirmiş olan ve ona uymak gerektiğini bilen seyirciye karşı; ‘rasyonel olmayan’ taraftarın çatışmasıdır bu” (Aydın, 2004).
Ticarileşen futbol ve kulüplerin yaratmak istediği tüketici kitlesi seyircilere inat, Ankaragücü tribünleri yıllardır “tutkulu, ‘aç’, bıçkın ve mutsuz kenar mahalle taraftarı” (Bora ve Cantek, 2000) ile hem takımına sahip çıkmaktadır hem de hayatına. “Taraftarlar bir anlamıyla ‘aşağıdakilerin’ futbola katılımındaki ve buradaki mücadeledeki ‘formları’ değil midir?” (Aydın, 2004).
Türkiye’de tribün terörü söylemlerinde bolca adı geçen “psikopat” Ankaragüçlüler “inadına” taraftardır. Ankaragücü taraftarı için takım tutmak/sevmek sadece maçlara gidip futbol izlemek değildir. Takım oynamadığında küfür eder, sürekli tezahürat yapar ya da isterse susar ama hep varlığını hissettirir.
Ankaragücü taraftarının psikopatlığından öte, özellikle sol/ entelektüel camia içindeki bir başka Ankaragücü algısı ön plana çıkıyor. Ankaragücü taraftarı güce tapmakla (Bora, 2001a: 244), güç kimden gelirse gelsin “teşne olmakla” itham ediliyor (Bora ve Cantek, 2000). Bir süre sonra güce tapmanın, “yaralı bir narsizm” olarak kendi gücüne tapmayı da beraberinde getirdiği söyleniyor (Bora, 2001b).
Öncelikle Ankaragücü taraftarı bir güce tapıyorsa kendi gücüne tapmaktadır, hemen hemen tüm “gerçek tribünler” gibi. Bu güç ise bizzat oradaki kollektivite tarafından oluşturularak kimlik olarak kabul edilir. Özellikle ‘gecekondu’ kimliklendirmesi kentin yoksul mahallelerinden gelen taraftarların bir şekilde kendisini tariflemesi ve ‘kamuya’ kendi gücünü bu mekâna referans veren kimliğiyle açıklamayı anlatmaktadır. Zira takımın önceki başarıları ile tribünlerin kalabalıklaştığı iddiası, zaten tribünlerin, özellikle 80’lerde büyümüş, güçlü olmayı, gücü ihtirasla isteyen taraftar nesli ile dolması pek de inandırıcı gelmiyor. Çünkü bu taraftarların tribünlere akmayı hızlandırdığı 90’lı yıllar ve sonrası Ankaragücü’nün pek de başarılı sayılamayacağı, hatta düşmekten “yırttığı” yıllardır. Ankaragücü tribünlerini güçlü yapan Ankaragücü’nün başarıları ya da sevenlerinin, yukarıdakilerin takıma sahip çıkmasını farz görerek, ‘aşağıdakilerin kör öfkesinin tipik tezahürleri olarak takıma sahip çıkılmasını talep etmeleri’ ya da bundan hoşlanmaları değildir… Ankaragüçlüler güçlüler çünkü tribünde durmuyorlar sadece, ya da futbol seyretmiyorlar 90 dakika boyunca, varlar, oradalar, müdahale ediyorlar ve değiştiriyorlar. Davulları, pankartları, meşaleleriyle oradalar ve en çok kendilerini dinliyorlar ve izlettiriyorlar. Üstelik bunu “her yerde” yapıyorlar, ilişki zemini hemen hiçbir grup için sadece maçın sınırlı dakikalarıyla belirlenmiyor.
Kendilerini seviyorlar. Çünkü “o” takımı seçen, onu sınırsızca “her şeyden çok” seven, tarihini yaratan yine taraftar; bu yaralı bir narsizm olarak değil de bir “özne olarak varolma” mücadelesi olarak görülemez mi? Bir arada olmanın yarattığı gücü görmek taraftarın en çok heyecanlandığı noktadır. Bu varoluşta örneğin Ankaragücü’nün taraftarı etkin ve dinamiktir. Zengin bileşimiyle taraftarın üzerinde anlaştığı kavramlardan biri olan “isyan” “alayına gider”. Hayata tutunma ve varolma çabası içinde tribün ve taraftar, seyirciden/izleyiciden farklı olarak asla yalnızca futbol izlemez, o bir olgu olarak durur ve 'izlettirir'!
Takım bu taraftar için saldırmalı, çünkü futbolcuların paradan ve sahadaki performanslarından başka bir şey olabilmeleri buna bağlı. Taraftar “bağırırken”(5) sadece kendini değil, orada bulunan takımı ve 11 üniteyi de anlamlı kılıyor.
Tanıl Bora “Sevmeyi Bilmek…” adlı yazısında ölümlü pankartlara (6) olduğu kadar “mükemmel taraftara” olan hassasiyetini de dile getirir (Bora, 2001b); ona göre mükemmel taraftar için yüksek ateşli olmak ve maçı (mümkünse şampiyonluğu) çılgınca istemek yetmez. Mükemmel taraftardan, kötü zamanlarda dayanışmayı, trajedilerle olgunlaşmayı bilmesi de beklenmeli…
Taraftar da “her koşulda sever” ve “asla yalnız bırakmaz” takımını ancak bu ne bir “tehdit”tir ne de “kafaya kakmak”. Hele sadece başarıya endeksli seyircilik zamanlarında, “yenilse de yense de” takımına sahip çıkar taraftar. Bazı içi geçmiş “milyarlık eşşekler”in takımlarına halel getirmesi ya da yönetimin tavrı onları sinirlendirebilir, ama “her zaman her yere gider…”. Bu sevgi “hastalıklı” olarak tabir edilir zaman zaman, hastalıklı ve aşırı! Her sevgi gibi aşırılıkları olsa da taraftarın bu irrasyonel sevgisi rasyonel zamanlara “isyan”dır bir bakıma… Tribünlerdeki coşku aslında bir açıdan ‘yalnızlaşmaya’, ‘metalaştırılmaya’ veya genel olarak futbolun kapitalistleştirilmesine karşı da bir direniş olarak görülebilir (Ünsal, 2005: 421). Örneğin yakılan meşalede ‘görülmeyen’ler kendini gösteriyordur belki de, belki de taraftarlar tarafından kesilen maçta kuralların yalnızca medya tarafından verilmediği belirtiliyordur.
Kapitalizmin seyirciliğinde mükemmel taraftar oturur, sadece maçını izler, çekirdeğini çitler, “arsız” değildir, küfürbaz değildir, “centilmendir”(7) ve centilmenliği yaygınlaştırmaya çalışır (“ne küfürbaz, ne arsızız, ne torpilli, ne yüzsüzüz, işte bizim tek farkımız; biz centilmen gençlerliyiz” pankartı uzun süre asılı kalmıştır tribünde), o “arsız” ve “yüzsüz” yoksullar gibi kendinden geçmez, maç biter, takım kendi yoluna o kendi yoluna gider. O nedenle, yıllardır maça gitmeyen bir üniversite öğrencisi, statta “numaralı koltuğunuzda başkası oturuyorsa lütfen en yakındaki görevliyle işbirliği yapın” anonsuna sevinir, bu demektir ki tribün çeteleri(?) lütfen dışarı çıksın, çevresindeki çiftler sanki biraz sonra başlayacak olan maçın değil de romantik bir filmin izleyicileridir, zaten kendisi Türkiye’nin güzel yüzünü görmüştür Gençlerbirliği tribünlerinde (Özcan, 2004).
Ankara’nın iki takımı arasındaki farklardan biri de budur işte… Bu “arsız” yoksullar tribünleri doldurup bağırıp çağırdıkça, aslında taraf oldukça inadına ve alayına, Gençlerbirliği’nin tribünleri suskundur, sadece futbol izlemektedir. Güray Soysal da bu duruma tanık (Adnan, 2005: 253); “tabi elbette Ankaragücü taraftarının hataları oluyor. Ama Gençlerbirliği taraftarı gibi de, tiyatro seyreder gibi seyretmezler maçları.”
Özellikle yönetim anlayışı kulübü bir ticarethaneye, seyirciyi de bir işletmenin taraftarına dönüştürürken, bu şekilde endüstriyel futbolun “göbek deliğinde” kalan Gençlerbirliği kulübü sadece “para basan” İlhan Cavcav’la anılırken, Ankaragücü’nün önce taraftarıyla anılması, ticarileşen futbol karşısındaki duruştan ve taraf olmaktan kaynaklıyor herhalde. Maddi imkân anlamında veya ‘güç’ anlamında Gençlerbirliği’nin mazlumlukla ilişkisi yoktur. Fakat halk desteği anlamında yoksunluğu mevcuttur. Bunun da tarihsel süreç içerisinde anlaşılabilmesinin imkânlı olduğu düşünülebilir.
Solun hali
Şimdiye kadar özellikle Tanıl Bora’nın yazılarında cisimleşen Gençlerbirliği sempatisine ve “öteki” Ankaragücü’ne farklı bir bakış açısı ile bakılabileceğini anlatmak istedik. Aslında Tanıl Bora’nın (Bora, 2001a: 251) “mesele biraz da sınıfsal mıdır nedir? Memur ve şehir çocuğu bir tahsilli olarak içtimai mevkiim dile gelse ‘Gençlerbirliği!’ diye bağırırmış gibi geliyor” deyişindeki gibi mesele sınıfsal olabilir. Bu başlıkta Tanıl Bora’nın bireysel tercihlerini tartışmayacağız şüphesiz, ama bu genel ruh hali, ‘80 sonrası solun yaşadığı kriz ve dünyayı algılama biçimi ve hisleriyle doğrudan alakalıdır. Elbette ‘sol’ demekle çok geniş bir bütünün tariflendiği ve konunun aslında içinden çıkılmayacak derecede problemli olduğu açıktır. Fakat bu noktada ‘sol’un geniş halk kitlelerinden kopuşu ve seçkinci tavrı dikkat çekmektedir.
Özellikle 1980 yılındaki darbe sonrası solun kitlelerle kurduğu bağda önemli değişimler olmuştur. Yavaş yavaş toparlanılan 1980’li yılların sonundan itibaren ise daha yerleşik olarak ‘halktan kopuk’ bir sol anlayış genel olarak siyasal alanın tüm ‘sol’una yansımaya başlamıştır. Solun bu kopukluğu güçsüzlüğü, güçsüzlük de daha fazla kopukluğu getirmiş, özellikle 90’lı yıllarda bu süreç hızla kendini belli etmeye başlamış ve artık toplumsal yaşamda ‘sol’ ile ‘entellektüel’ olma durumu daha fazla dışlayıcı olarak benimsenir olmuştur. Bunun yanında sistemin teknolojik sıçramalar yardımıyla kullandığı iletişim teknolojisindeki yeniliklere ‘soldan’ cevap yerine, içine kapanma daha çok artmıştır. Bir taraftan ‘içine kapanma’ ve cemaatleşme eğilimini sürdüren solun bir kesimi ‘kapalılığı’ başka yollarla açmayı da denemiştir elbette. Ama orada da bu kapalılığı açmak için aslında başka tip bir seçkinci tutum, istenerek veya istenmeyerek, ortaya çıkmıştır. Özellikle Batı Avrupa toplumsal mücadelelerindeki ‘yeni toplumsal hareketler’ üzerinde durulmuş, halka açılma adına belki bu topraklarda, neredeyse aydın çevresi dışında hiç toplumsal tabanı bulunmayan söylemler öne çıkarılmıştır. 80 öncesi yılların kendi başına ‘halk hareketi’ olabilmiş siyasetlerin de başını çektikleri kimi çevrelerin Beyoğlu-Kızılay gündemli, aydın odaklı , ‘siyasal merkez olmayan siyasal merkezler’ yaratmalarında bu tip açılımları görmek mümkün olabilmiştir. Elbette bu geçiş dönemleri toplumsal hareketlerin dibe vurması gibi sebeplerle doğrudan ilişkilidir. Yabana atılamayacak diğer bir kesimin ise ‘eskiyi koruma’ adına cemaatleşip kendi gündeminde kavruldukları yıllardır bu yıllar. Ortak nokta ise ‘kopukluk’ olarak göze çarpmaktadır. Üstelik bu kopukluğun ötesinde halk kitlelerine yaklaşım değişim-dönüşüm merkezli bir anlama çabasından çok farklı olarak, şikayete varan yakınmalar; sorgulayıcı bakışın yerine, sistemin araçlarının daha yoğun etkisi karşısında pasif kaldığı düşünülen kitleleri yargılayıcı bir çizgi istenilmeden de olsa hakim olmaya başlar. Örneğin zamanında yaşanan esnaf eylemlerini değerlendiren kimi ‘ilericilerde’ sadece saldırganlığın, gericiliğin vb. dikkat çekmesi gibi ilerici-demokrat kesimlerin algıları ve zihinsel süreçleri, özellikle 80 sonrası dönemde adeta kalabalığa veya kitleye pek alışık olunamadığından, ‘yalıtılmış’ olanı daha mubah kılmaktadır belki de.
Bunun yanında günümüzde farklı yeni toplumsal hareketler, özellikle azgelişmiş denilen ülkelerden esen hareketler bir şeyleri değiştirmekte, dünyanın her yerinde bir şeyler ‘kaynamaktadır’. Bu değişim elbette sınıfsal bağlamda bu topraklarda da gerçekleşmekte (özellikle bkz. Ferda Koç; Türkiye'de Yeni Bir Toplumsal Hareket Gelişiyor: Güvencesiz İşçiler Hareketi, http://www.sendika.org/), fakat her toplumsal değişimde olduğu gibi hızla siyasal alana yansıyamamaktadır. Son yıllarda yapısal bu dönüşüm siyaseten de eski geleneksel merkezlerin yerine yeni ve ‘aşağıdan’ hareketleri daha fazla gündeme getirmeye başlamıştır (Halkevleri, Dayanışmaevleri vb. gibi örnekler vermek mümkündür. Ayrıca bkz. Ece Temelkuran, Sol, Örgüt, Parti: Nasıl Yapmalı?, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4006). Bu aslında belli bir dönemin de kapanmaya başlayıp, daha farklı bir sürecin ilk meyveleri olarak görülebilir. Belki de artık sisteme karşı kendini ‘savunan’ durumundan, ‘saldırı’ durumuna geçmenin emareleri yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.
Ankara’da futbol ile bu süreçlerin arasında ne gibi bir bağ olduğu sorulabilir. Ama futbol alanını herhangi bir toplumsal zemin olarak ele aldığımızda bu zemindeki tercihlerin veya yaklaşımların ister istemez hemen her alanda olduğu gibi bir şeyleri temsil ettiğinden bahsetmek mümkündür. Futbola onun ‘asla sadece futbol olmadığını’ düşünerek veya yalnızca insanları ‘uyutan’ bir etkinlik olarak değerlendirmeyenlerin sayısının yine de ‘ilerici/demokrat’ çevrelerde çok sınırlı olduğunu belirtmekte fayda var . Bunun yanında Ankara’da futbola ilgili kesimin büyük çoğunluğunun ise özellikle Türkiye’de futbol yazınına katkıları ve futbolu ‘okuyanlarla’ buluşturması anlamında tartışmasız öneme ve değere sahip Tanıl Bora gibi isimlerin de ciddi etkileriyle, Gençlerbirliği ile yakınlığı daha kolay kurabildiği gözlenmektedir. Aslında bu tercih görünür olmasının ötesinde daha çok hissedilir bir durumdur. Birçok ilerici-demokrat kişi herhangi bir şekilde futbola bulaşmamış olsa da kafasında iki kulübün niteliğine ilişkin ön yargıları barındırmaktadır. Herhangi bir sohbette Ankara futbolunun iki kulübü arasında yapılan sempati değerlendirmesinde puanları Gençlerbirliği toplamaktadır. Tanıl Bora’nın tercihini ortaya koyarken karşılaştıkları ve onun dönemi bu tercihi anlamayı kolaylaştırırken (80’lerin başında üniversiteye başlaması ve o tarihlerde Ankaragücü’ne uzaklığının sebeplerinin sıcaklığı vb; belki bugün diğer koşullar aynı olsa farklı bir tercihi yapması mümkün müdür?), daha günümüze yakın zamanlarda yaşanan kırmızı-siyah gönül kaymaları bir anlamıyla ilerici-demokratların genel ruh halini yansıtmakta mıdır? Tabi bu sonuçları bir eğilimi anlama çerçevesinde anlamlı kılmak mümkündür. Tarihi sürecinde seçkinlerin camiası olan bir olgunun, futbola ilgili ilerici-demokratlar tarafından daha fazla destek bulabilmesi, şimdiye kadar olan genel süreçle hiç mi etkileşim içerisinde değildir? 80’ler ve 90’lar ilerici-demokratların gündemi, sistemin etkinleşmesi ve karşısında ‘bir şeyleri’ hemen hiçbir alanda oluşturamama, bir anlamda ona ‘inat’, onun en az etkilediği düşünülen noktalara bir meyletme süreciyle belirlenebilir mi? Tabi bu süreçte sistemin araçlarının fazlaca etkisine girdiği düşünülen kitlelerin genel tercihlerinden uzak durmak da bir açıklayıcı nokta olabilir mi?
Fakat zaman değişmekte, yukarıda kısaca belirtildiği şekilde toplumsal mücadeleler ve sınıfsal kompozisyonlar açısından yeni bir dönem sinyallerini vermektedir. Bunun kimi hareketleri görülmektedir. İster istemez bu süreç ileriki zamanlarda yavaş yavaş kendisini siyasal alanda da göstermeye başlayacak ve sonrasında bir ihtimal sol-aydının refleks ve duruşlarını da etkileyebilecektir. Belli bir dönemin sonunun gelip, yeni hareketlilik ve canlılıklarla renklenen bir dönemde, örtük olarak ilerici-demokratın zihnine yerleşmiş ‘kopukluk’, ‘savunma’, ‘ayrı durma’, ‘yalıtık olma’, ‘seçkincilik’ gibi kavramlar belki de yavaş yavaş ilerici-demokratın gündeminden çıkacaktır. Belki de ilerleyen dönemlerde Ankara’da bir futbol takımına sempati duymayı isteyen ilerici-demokratların çok daha büyük bir bölümü bu tercihte tarihsel duruşu ve yansıttığı değerler anlamında farklı kriterleri ön planda tutacaktır.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi derdimiz ‘tribünlerde siyaset’ aramak değil. Aslolan kulüplerin toplumsal temsilidir. Amacımız bir anlamda taraftarlığa ve Ankaragücü’ne başka bir açıdan bakmak; ilerici-demokrat reflekslerin Ankara futbolu çerçevesinde nasıl şekillendiğini tartışmak ve en nihayetinde Ankaragücü’ne ve Gençlerbirliği’ne farklı noktalardan bakıldığında manzaranın değişebileceğini göstermektir.
1. Serdar Bilgili’nin Alaattin Çakıcı’ya Beşiktaş “kontenjanından” kırmızı pasaport sağlamasıyla Beşiktaş taraftarları “Çakıcı’nın adamları” haline gelmemiştir. Takımlarla devletin ilişkileri derya deniz bir konu, üstelik Ankaragücü’nün 1. lige terfii kayırılma olarak görülüyorsa, Türkiye’de pek çok takımın kayrıldığı söylenebilir… “Gençlerbirliği’nin 1977’de mahalli kümeye düşmemesi için toparlanan “camia” harekete geçti, lobi gücünü devşirerek statüyü değiştirdiler; 2. lig yeniden tanzim edildi, düşme kaldırıldı, falan filan…”(Bora ve Cantek, 2000).
2. 2002-2003 sezonunda mor beyaz “Hacettepe Unutulmaz” pankartını Anti-X Anıl’ın tribünlere taşıdığını hatırlatalım…
3. http://www.pegasusgucluler.org.tr/ adresinde dinlenebilen 70’lerde epey meşhur olan “Bastır Ankaragücü” şarkısı Ankaragücü’nün kitleselliği ve etkisi hakkında çok şey anlatıyor; özellikle de tribünleri dolduran kalabalığın gerçek gündemi ve “profili” konusunda… “Bir şişe su liraya, maaş yetmez kiraya/ Kasaptaki sıraya bastır Ankaragücü/ Bastır Ankaragücü/ Vergi geldi her kula, fakire yetim dula/ Altımızdaki çula bastır Ankaragücü/ Boşa palavra attık, kafaları oynattık/ Beş yıllık planına bastır Ankaragücü/ Kalkınma planına bastır Ankaragücü/ Bastır Ankaragücü”. Bu şarkının Sabuha'nın yaratıcısı, Salako'nun sazlı filozofu Urfalı Babi tarafından söylendiğini öğrendiğimiz Anti-X Erman’a çok teşekkürler…
4. Ankaragücü tribünlerinde öne çıkan gruplardan bir kaçının internet adresleri: http://www.pegasusgucluler.org.tr/, http://www.since1910.net/, http://www.gecekondu.org/, http://www.bastir-ankaragucu.com/, http://www.gencgucluler.net/.
5. Tezahüratlar, bir tribünün tavrı hakkında, yani taraftarın profili ve hayata karşı duruşu hakkında pek çok şey anlatır. Dikkat edilirse Ankaragücü maçlarında yapılan tezahüratların çoğunluğu da takıma ilişkin değil taraftarın kendine ve yapacaklarına ilişkindir, bu narsizmle ilişkilendirilemeyecek bir “oluş”tur; taraftarın kapitalizmin dışsal sevgi dayatmasına karşı içten/ kendi’nden varoluşudur… “Gururluyuz Güçlüyüz Ankaragüçlüyüz” “Gün geldiyse işsiz kaldık/ Tribünlerde tartaklandık/ Her cefayı çektik ama/ Seni yalnız bırakmadık/ Bırakmadık Başkent bırakmadık” “Paramız yok ki johny wolker içelim/ Versace gömlek giyelim/ İki bira bi sigara/ Alemde teksin Ankara”… “Taraftarız biz çok çektik cefa” “Her zaman her yere gider/ Ne yağmur ne çamur dinler/ Severse gönülden sever/ Bu alemde Ankaragüçlüler” “İyi gününde kötü gününde/ Hep beraberiz/ Çünkü biz Ankaragüçlüyüz” “Bitanem söyle başkent/ Ne istersen iste benden/ İstersen donatalım dört bir yanı bayraklarla/ istersen çınlatalım dört bir yani şarkılarla/ istersen gidelim deplasmanlara konvoylarla” “Arkanda biz vardık seninle her yerde/ Rize’de, İzmir’de, Eskişehir’de/ Korktular kaçtılar bizi görünce/ Ankaragüçlüler geliyor diye…” “Sevdim seni bir kere/ Başkasını sevemem/ Deli diyorlar bize/ Desinler değişemem” “Saldırın saldırın saldırın, bu taraftar için saldırın”
6. “İsmail amca ölmedin” pankartında Tanıl Bora’nın dediği gibi “üçüncü sayfa haberi tadında bir aşk hikayesi” görmemek lazım. Taraftarı taraftar yapan tarihidir aynı zamanda; “Herkes unutur, biz unutmayız”. İsmail amca, Ferdi Abi, Metin, Gökçe, Tarık ölmedi, kalbimizde yaşıyor, tıpkı İtalyan taraftarların söylediği gibi “Carlo Giuliani, vive e lotta insieme a noi!” (Carlo Giuliani bizimle yaşıyor ve savaşıyor)… (http://www2.autistici.org/apb/calciomoderno.htm)
7. Yanlış anlaşılmasın, “centilmenlik” kötü bir şey olduğundan ya da bizim küfür delisi olduğumuzdan, halkımızın yaratıcılığını küfürle göstermesini istediğimizden değil… Futbolda küfüre ve şiddete karşı olan çoğu söylemin ideolojik arka planında tribündeki taraftarın kendini ifade etmesinin engellenmesi yok mudur? Özellikle John Fiske’in televizyondaki şiddete ilişkin değerlendirmeleri, “tribün terörü” bağlamında da açıklayıcıdır (1999: 166- 167) “Şiddet (örneğin fiziksel çatışma) sınıf ya da toplumsal çatışmayla arasındaki eğretilemeli ilişkiden dolayı popülerdir (…)ekranlardan şiddetin kökünü kazıma hareketini başlatanların orta sınıftan ahlakçılar olması hiç de beklenmedik bir durum değildir. Orta sınıftan ahlakçılar, televizyondaki toplumsal şiddeti “kınayarak”, en şiddete dayalı ve en çok suç unsuru taşıyan eylemleri gerçekte tahrik eden şeyin kendi ayrıcalıklı toplumsal konumları olabileceği şeklindeki rahatsız edici düşünceyi ele almaktan kaçınırlar”. Taraftarlar ticari kulüplerin istediği gibi davranmayınca şiddetin baş sorumlusu oluveriyorlar. Bunun üzerine taraftarı “ehlileştirmek” için kampanyalarla, lütfen’lerle, pardon’larla taraftara “konuşmayı” ve “davranmayı” öğretmeye çalışıyorlar. Üstelik her kampanyadan sonra, statlara kameralar takılıyor, polis daha rahat çekim yapsın diye pankartlar yasaklanıyor, stat girişlerinde aramalar rahatsızlık verecek şekilde derinleşiyor. Yani centilmenlik bir anda kapitalist futbol anlayışının yaratmak ve sömürmek istediği seyirci tipini destekler hale gelebiliyor. Taraftarın takımıyla hastalıklı ilişki kurmadığını, vandal olmadığını gösterecek ve dayatılan futbol kültürüne direnecek yaratıcılığı her zaman vardır, bunun için illa “centilmen” olmaya gerek var mı?
Kaynaklar A.S. Roma Ultras Manifesto (http://www.asromaultras.it/manifesto.html). Adnan, Ziya (2005) Biz Ankaragüçlüyüz, İstanbul: İletişim. Ahmad, Faroz ( 1998) “Cumhuriyet Türkiye’sinde Sınıf Bilincinin Oluşması, 1923-1940”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950 (içinde), Der: Qataert &Zürcher, İstanbul: İletişim. Arığ, Veli Necdet (1996) Ankaragücü Belgeseli, Ankara: MKE Yayını. Aydın, Berkay (2004) “Uyutulanlar Değil, Uyananlar:‘Taraftar’lar”, Birgün Pazar, 11 Temmuz. Baloğlu Feridun (2004), TBMM konuşma tutanağı, 4 Mayıs. Bilgiç, Ulaş (2005) “Futboltainment”, Radikal 2, 10 Nisan. Bora, Tanıl (2000) “Bir Kulüp Kimindir?”, Radikal 2, 27 Şubat. Bora, Tanıl (2001a), “Nasıl Gençlerli Oldum?”, Takımdan Ayrı Düz Koşu (içinde), İstanbul: İletişim. Bora, Tanıl (2001b), “Sevmeyi Bilmek… Ve Saraçoğlu”, Radikal, 10 Haziran. Bora, Tanıl (2002) “Gençlerbirliği: Bir Aile ve Camia Mitosu”, Toplumsal Tarih Sayı 102. Bora, Tanıl (2003) Ankara Rüzgârı: Gençlerbirliği Tarihi, Ankara: Gençlerbirliği. Bora, Tanıl; Cantek, Levent (2000) “Ankara Futbolu: Memleket Futbolunun Kenar Semti”, Kebikeç sayı 9. Demirkol, Mehmet (2003) “Başkentteki Yegane Sivil Camia”, Milliyet, 22 Nisan. DİSK Eğitim Notları (1977) Demokratik Sınıf ve Kitle Sendikacılığı, İstanbul: DİSK. Fiske, John (1999) Popüler Kültürü Anlamak, Ankara: Ark. Guilianotti, Richard (2005) “Towards a Critical Antropology of Voice: The Politics and Poets of Popular Culture, Scotland and Football”, Crituque of Antropology, Vol. 25 Is. 4, 339-359. Hall, Stuart (1999) “Popüler Kültür ve Devlet”, Popüler Kültür ve İktidar (içinde), Der: N. Güngör, Ankara: Vadi. Karakışla, Yavuz Selim (1998) “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950 (içinde), Der: Qataert & Zürcher, İstanbul: İletişim. Negt, O. & Kluge, A. (1991) “Kamusal Alan ve Deneyim: Burjuva ve Proleter Kamusal Alanlarının Örgütlenmesi Üzerine”, Defter Dergisi Sayı: 16, 65–76. Oppenhuisen, J. & Zoonen, L.V.(2006) “Supporters or Consumers? Fandom, Marketing and the Political Economy of Dutch Football”, Soccer and Society, Vol. 7 No 1, 62–75. Özcan, Kıvanç (2004) “Burası Neresi?”, Radikal 2, 12 Aralık. Özuğurlu, Metin (1996) “Toplumsal Tarih ve İşçi Sınıfı ya da “Vardı da Biz mi Yazmadık””, Mürekkep Sayı: 6, 53–59. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (1988), İstanbul: İletişim Stemmler, Theo (2000) Futbolun Kısa Tarihi, Ankara: Dost. Şişmanov, Dimitr (1990) Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, İstanbul: Belge. Tuncay, Mete (2000) Türkiye’de Sol Akımlar I, İstanbul: BDS. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi (1996) İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı. Ünsal, Artun (2005) Tribün Cemaatinin Öfkesi: Ticarileşen Türkiye Futbolunda Şiddet, İstanbul: İletişim.
* Berkay Aydın, 1979 doğumlu, bir süre Ankaragücü’nde hentbol oynadı. 93’ten beri Ankaragücü tribünlerinde. Polis copuyla Gecekonduda tanıştı, ilk çırak arkadaşıyla da… Bir ara futbol hakemliği yaptı ama tarafsızlığa(!) dayanamadı, şimdilerde maraton tribününde taraftar. Halen ODTÜ Sosyolojide araştırma görevlisi…
Duygu Hatipoğlu, 1980 doğumlu, 2004’ten beri Ankaragücü tribünlerinde. Ankaragüçlü olmadığı yıllara üzülmeyi bıraktı, kayıp zamanı telafi etmeye çalışıyor. Halen avukat…
Herkes, farklı yerlerden, sağdan, soldan, yalnızlıktan, aidiyetten, renklerinden, mahzunluğundan ya da mahmurluğundan, şehrinden, tarihinden, sempatisini yüklediği herhangi bir sebepten dolayı önce takımını seçer, taraf olur ve yine nereden bakılırsa farklı bir tatla takımını sever.
Ankara’nın köklü iki takımı olan Gençlerbirliği ve Ankaragücü’ne ilişkin olarak, sol ve entelektüel camia içerisinde, solcuların Gençlerbirliği’ne meyilli olduğuna, Ankaragücü’nün ve tribünlerinin ise -herkesin durduğu noktadaki kavramsallaştırmasına göre- sağcı, lümpen, ayak takımı vs… olduğuna dair bir genelleme vardır, ki bu Gençlerbirliğine sempati duyanların farklı platformlardaki söylemleriyle de desteklenmektedir. Her şeyden önce Türkiye’de futbol kulüpleri ve onların destekleyicileri arasında siyasal bir farklılık olduğunu belirtmek doğru değildir.
Bu fark olsa olsa kentin veya ‘semtin’ siyasal atmosferinin yansımasıyla kısmen ve tali olarak varolabilecek bir durumdur. Türkiye’de bir “cumhuriyetçi” Atletico Madrid, “solcu” Livorno ya da “sağcı” Ascoli tipi, siyasal anlam yüklenmesi kolay olguları bulma ihtimali hem futbol hem de siyasal gelenekler açısından mevcut değildir. Buna karşın her takımın bir şeyleri sembolize ettiği veya bir ‘temsilinin’ olabileceğini düşünmek akla yatkındır. Özellikle bu konuda ‘toplumsal tabakaların’ ilişkisi anlamında bir ‘renk’ten söz edilebilir ki bu farklılığın görece daha net görülebileceği belki de tek kent ‘Ankara’dır.
Bu yazı kimsenin gönlündekine dokunmadan, futbolsever ilerici- demokratlar arasında Gençlerbirliği sempatisi ve Ankaragücü’ne bakış etrafında şekillenen bir hayat ve futbol tercihi üzerine bir duruşu konu edinmiştir. Öncelikle bu duruşun kendini apaçık ettiği ve kendine konu edindiği bir takım metinler üzerinden ilerici çevrelerdeki Gençlerbirliği sempatisini ve sadece “neden diğerleri değil de Gençler?” anlatılırken değil; farklı noktalardan ve epeyce ötekileştirilen/ ötelenen Ankaragücü ile Gençlerbirliği’nin ‘temsil ettikleri’nin farklarını ortaya koymayı amaçlıyoruz.
Futbol üzerine konuşmalarda, tıpkı birçok diğer toplumsal süreçlerde olduğu gibi, kavramların birbirlerine karıştığından bahsetmek mümkün. Bu konudaki tartışmalarda, aynı devlet, millet, halk, toplum vs. kavramlarının birbirlerine karıştırılmasında olduğu gibi, zaman zaman farklı boyutlar aynı potada eritilmeye çalışılıyor. Oysa bu durum tam bir anlam karmaşasına yol açıyor. Burada iddiamız, amacı bu karmaşaya müdahale etmek olan bir yazının iki önemli alan üzerine yoğunlaşması gerektiğidir. Bu yazı bağlamında, bir futbol kulübü anlatılırken üzerinde durulması gereken en önemli noktalar olarak, a- tarihsel süreci b- kulübe sempatiyle bakanların toplumsal profili alınmıştır. Ayrıca bahsedilen duruş temelinde Türkiye’ye dair bir sol/ ilericilik/ entelektüelizm tartışması olduğunu düşünerek; ilerici çevrelerde, entelektüel camiada ve üniversiteli “enteller”de Gençlerbirliği sempatisi ve Ankaragücü antipatisinin, özellikle 1980 sonrası Türkiye solundaki “halktan kopma” sürecinin futboldaki ufak yansılamalarından biri olabileceğini tartışmayı amaçlamaktayız. Elbette futbol alanını mutlaklaştırmadan ve zevklerin ve renklerin tartışılmayacağını bilerek…
Tarihsel Süreçler: Gençlerbirliği ve İşçi Sınıfı Takımı Ankaragücü
Ankaragücü kulübünün kuruluşu ‘İstanbul’da gerçekleşmiştir. Ankaragücü İmalat-ı Harbiye’ye dayanır. İmalat-ı Harbiye, Osmanlı Devleti’nde 19.yy ortalarına doğru, ordu ihtiyaçlarına yönelik sanayi politikalarının geliştirilmesiyle zamanın koşullarında, tersanelerle birlikte imparatorlukta işçi yoğunluğu ve istihdamı açısından en başta gelen kurumlarından birisidir (bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi. Syf. 417). “Kim ki kale kurup top endah ederek tepük oynaya, boynu vurula…” fermanını, takmayarak aralarında alenen ve kıran kırana top endah eden İmalat-ı Harbiye Tamir Atölyesi mensupları, yasağın gevşemesiyle kendi aralarında kulüpleşir ve 1904’te yasağın kalkmasıyla sahaları doldurmaya başlarlar (Arığ, 1996: 27). 1904–1910 yılları arasındaki zaman diliminde genellikle, Tamir Atölyesi’nin farklı üniteleri ve tezgâhlarının futbol takımları oluşturulmuş, bu resmi-olmayan ‘takım/kulüpler’ kendi aralarında maçlar yapmışlardır. Bu takımlar her zaman ayni işyerinin farklı üniteleri temelinde oluşmamıştır. Sadece çırakların oluşturduğu veya Arnavut asıllı işçilerden oluşan takımların da varlığı bilinmektedir (Arığ, 1996: 27–28). İstanbul liginin başlamasıyla birlikte ‘bir çatı altında bir araya gelmek ve ligde yer almak’ fikri yayılmaya başlamıştı. 1910’un Haziran ayında böyle bir ‘birlik’ toplantısı organize edilir, fakat bir sonuç alınamaz. İmalat-ı Harbiye Mektebi’nin son sınıf öğrencilerinden ikisinin adı öne çıkmaktadır ve ‘birlik’ konusunda anlaşma sağlanamamıştır. Agah Orhan’ın öncülüğündeki grup ‘Altınörs İdmanyurdu’nu, Şükrü Abbas’ın öncülüğündeki grup ise ‘Turan Sanatkarangücü’nü 31.08.1910 tarihinde kurarlar. Bu belirtilen genç işçiler kulübün kuruluşunda aktif olmalarına rağmen yönetimlerde yer almayıp futbolcu olmayı tercih etmişlerdir. Kulübün kuruluşunun aşağıdan, yani işçi ve işçi okulu öğrencilerinden gelmesi dikkate değerdir. Bu ‘öğrencilerin’ aynı zamanda atölyelerde çalıştıklarını belirtmeye gerek yok. Okudukları okul bir anlamıyla ‘atölyelerin’ alt yapısını oluşturan kurumlardır ve buradaki öğrenciler fabrikalarda ustalarının gözetiminde pratik yapmaktadırlar.
Altınörs İdmanyurdu’nun başkanı Kazım Usta, fişek fabrikasında torna ustabaşı; kâtip Osman Ahmet tornacı; kaptan Kerim Fil, silah fabrikasında usta ve muhasip Boşnak Hasan tornacıdır. Altınörs oyuncuları da fişek ya da silah fabrikasında çalışan işçiler veya İmalat-ı Harbiye usta mektebi öğrencileridir. Yine aynı tarihte kurulan Turan Sanatkarangücü’nün başkanı Hasan Muhittin Bey fişek fabrikasında ustabaşı, Katip Lütfü Bey usta mektebi öğrencisi, muhasip Numan Usta İmalat-ı Harbiye Atölyesi kontrol memurudur. Altınörs İdmanyurdu’nun arması örs ve örse çekiçle vuran bir eldir. Turan Sanatkarangücü’nün arması ise ağzında çekiç sıkıştırılmış bir kumpastır (Arığ, 1996: 29). Bu arada kulüplerin kendileri arasında yaptıkları ilk maçın olaylar nedeniyle 0–0 bitmesi ilginçtir. Arığ, iki kulübün oluşumunda işçilerin görüşleri arasında bir farktan bahsetmektedir. Buna göre Altınörs İdmanyurdu Mustafa Kemalci; Turan Sanatkarangücü ise Enver Paşacıdır (1996: 30). Fakat burada belirtilen isimlerin 1910’daki popülaritesinin böyle bir ayrımı meydana getirebilecek kadar büyük olduğunu söylemek mümkün müdür? Buna karşın her iki kulüpte de bağımsızlıkçı eğilimlerin güçlü olduğunu belirtmek ve İttihat ve Terakki Partisi sempatizanlarının bir ağırlığa sahip olduğunu belirtmek yerindedir. Bunun ötesinde bu yıllar bağlamında İmalat-ı Harbiye işçilerinin hayli politik bir atmosfer içerisinde olduklarını da belirtmek yanlış olmayacaktır. Özellikle 1. Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı yılları bunu destekler niteliktedir. Enver Paşa ve Lenin lehine sloganlar atılan 1 Mayıs’ların yaşandığının (1920- Trabzon) belirtildiği bir dönemin (Akt. Ahmad, 1998: 129) ve o günkü işçilerin duruşlarının anlaşılabilmesi için o günlere daha ayrıntılı bakmak gerekmektedir. Yani ‘Enver Paşa’cılık’ aslında nedir? Bu ayrı bir tartışmanın konusudur.
Bu arada bir parantez açıp, Osmanlı’nın bu son dönemlerinde işçi hareketinin durumuna bakmak gerekir. Türkiye işçilerinin ilk sınıfsal örgütlenmelerinden birisi olarak kabul edilen Amele-i Osmanî Cemiyeti (Osmanlı Amele Cemiyeti) 1894–1895 yıllarında Tophane Fabrikası’nda çalışan işçilerce kurulmuştur (bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi,1996; Şişmanov,1990; Disk, 1977; Sencer, 1969 vb.). Tophane Fabrikası bir anlamıyla Zeytinburnu’ndaki atölye ile aynı kurum bütünlüğü içerisinde yer almaktadır. Kulüplerin kurucularının bir kısmı önceden bu fabrikada çalışmışlardır. Bu dernek bir yıl sonra kapatılmıştır (Disk, 1977: 197). Kurucuları ağır cezalara çarptırılmış, bir kısmı sürgüne gönderilmiştir. Bunların önemli bir kısmı zaman içerisinde İstanbul’a dönmüştür. İkinci Meşruiyetin ilanı sonrasındaki görece rahatlık ortamında, 1908 yılında, Osmanlı Amele Cemiyetinin kurucuları Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti adı altında tekrardan örgütlenmişlerdir (Sencer,1969: 207). Bu örgütlenmenin de ömrü uzun olmamış ve 1909 yılında çıkartılan Cemiyetler Kanunu’na uymadığı, içinde askerleri barındırdığı gerekçesiyle kapatılmıştır (T.S.A., 1996: 41). Fakat bu konuyla ilgili hemen tüm kaynaklarda belirtildiği gibi 1910 yılında bu sürecin bir devamı olarak Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti kurulmuştur (Karakışla, 1998; T.S.A.,1996 vb.). Turan Sanatkarangücü ve Altınörs İdmanyurdu’nu kurucusu olarak adı geçen yedi ismin beşi, bu dönemde, bu Cemiyet’te aktif olarak görev alan isimlerdir. Osman Ahmet, Kazım, Boşnak Hasan ve Numan Usta’lar Cemiyet azası olarak görev yaparlarken, Hasan Muslihittin Usta ise Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti Reisliği görevinde bulunmuşlardır. Bunun yanında işçi önderi olarak öne çıkan, son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve ilk T.B.M.M.’ye ‘ilk işçi milletvekili unvanıyla’ giren isim ise tam adı Abdülmecid Numan olan Turan Sanatkarangücü’nün ilk yönetim kurulunda yer alan Numan Usta’dır (T.S.A, 1996: 440) (Numan Usta için ayrıca bkz. STMA, 1988: 1879 ve 1889). Kendisi bir sosyalist olmamakla beraber, İttihatçı çevrelere yakınlığıyla bilinen bir işçi önderidir. Osmanlı Mebusan Meclisi’ne seçimlerinde aslen ‘sol’ bir partiden aday olmadığı (Osmanlı Mesai Fırkası) eski bir İttihatçı olarak İttihatçıların da desteğiyle ‘erbab-ı say ve sanatın hakkını mudafaa’ iddiasıyla seçildiği belirtilmektedir (Tunçay, 2000: 42) (ayrıca seçilme süreci için bkz. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi syf. 1889). Ayrıca bu isim, ‘resmi işçi önderliği’ni fiilen üstlenmiş bir isim olarak 1923’de kurulan İstanbul İşçi Teşkilatlan Heyet-i Müttehidesi’nde de geçecektir. Bu kuruluşta daha sonraları komünistlerin etkin olduğu belirtilmektedir (STMA, 1988: 1879). Bunun dışında 1910’lu yıllarda İstanbul Cuma liginde oynayan takımın sağ-beki Tunalı Ali’de ‘işçi milletvekili’ olarak TBMM’de bulunmuştur. Turan Sanatkarangücü’nün yeri Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti’nde bir odaydı. Bu durum bir anlamıyla bugünkü Ankaragücü’nün tarihsel olarak bir ayrıcalığına tekabül etmektedir. Bilindiği kadarıyla profesyonel liglerde yalnızca işçiler ve emekçiler tarafından kurulan, işyeri temelli olan ve tarihi bu kadar eski olan bir kulüp daha yoktur. Bunun yanında kulüp yalnızca işçilerin oluşturduğu bir kulüp değil, zamanın ilk işçi örgütlenmelerinin (Osmanlı Amele Cemiyeti’nden başlamak üzere) ve ilk işçi önderlerinin de izlerini taşıyan bir kulüptür.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlaması üzerine kulüp bir anlamıyla ‘futbolu’ bırakmak durumunda kalmıştır. İşgal kuvvetlerinin silah fabrikalarının kapatılmasına ilişkin baskılarıyla birlikte, futbolcuların ve yöneticilerin çoğu Anadolu’da yürütülen Kurtuluş Savaşı’na katılmışlardır. Artık kulüp merkezi Ankara’dadır. Bu dönemde Kurtuluş Savaşı’na destek amacıyla birçok ‘direniş teşkilatı’ oluşturulduğu bilinmektedir. Bu teşkilatlardan biri olan İmalat-ı Harbiye Direniş Örgütü’nün çekirdeğini ise Altınörslü ve Turan Sanatkarangüçlü futbolcular oluşturmaktadır (Arığ, 1996: 35). Bu dönemde kulüple ilgili birçok isim emperyalizme karşı olan bu savaşta ölmüşlerdir. 1920’lerin başına gelindiğinde her iki kulüp kendisini Ankara’da yeniden kurmuştur. Altınörs İdmanyurdu ismini Anadolu Sanatkarangücü olarak değiştirmiş, Turan Sanatkarangücü ise aynı isimle daha sonra kurulmuştur. İki kulübün birleştirilerek İmalat-ı Harbiye adını almaları ise 1926’yı bulacaktır. Kulüp Ankaragücü adını ancak 31.08.1933’deki kongresinden sonra almıştır. Daha sonra isim bir süre AS-FA Gücü olarak değişmiş, 1948’den itibaren ise Ankaragücü olarak kalmıştır (Arığ,1996). CHP Antalya Milletvekili Feridun Baloğlu’nun 4 Mayıs 2004 tarihli TBMM’deki konuşması tutanaklara şu şekilde geçmiştir: “… (medyada) 1910'da İstanbul'da Osmanlı işçilerinin ve Osmanlı sanatkârlarının kurduğu Turan Sanatkarangücü’nün devamı olan Ankaragücü'nü göremezsiniz. O Ankaragücü ki, bütün futbolcuları, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na gönüllü katılmıştır; kurumsal olarak katılmış tek kulüptür. Şehitler vermişlerdir Geyve boğazında, İmalat-ı Harbiye'de çalışmışlardır ve kurtuluştan sonra Ankaragücü yeniden kurulmuştur”.
Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarına ve hemen sonrasının politik atmosferiyle ilgili bir biçimde İmalat-ı Harbiye’ye bakmanın enteresan sonuçları vardır. Şişmanov, Anadolu’daki sosyalist/komünist oluşumlar içerisinde İmalat-ı Harbiye işçilerinin bir kısmının da bulunduğunu belirtmektedir (1990: 92). Anadolu’da saydığı sekiz ila on merkezin içerisinde İmalat-ı Harbiye işçilerini de zikretmiştir. Türkiye Halk İştiraküyun Fırkası’nın kurulduğu sırada, Anadolu’da 500 faal üyesinin olduğunu belirten Şişmanov, “Ankara’da yalnız silah fabrikalarında, 85 üyeli bir grup faaliyet göstermekteydi” demektedir (1990: 96). Ankara 1922 yılında ilk 1 Mayıs’ını yaşamıştır ve bu 1 Mayıs kutlamalarında İmalat-ı Harbiye işçilerinin de adı geçmektedir. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi’ndeki şu ifadeler dikkat çekicidir (1996: 180):
“…İmalat-ı Harbiye ve demiryolu işçileri o gün çalışmayarak eş ve çocuklarının da katıldığı bir toplantı düzenlediler. Buraya 3 milletvekili ve SSCB elçiliği temsilcileri de katıldı. İşçiler adına yapılan konuşmada emperyalizme karşı çarpışan hükümetin desteklendiği bildirildi. O akşam düzenlenen tiyatro oyununun geliri de işçi yardımlaşma sandığına yatırıldı…”
Cumhuriyet’in kuruluş yılında Ankara’daki 1 Mayıs’ta yine İmalat-ı Harbiye işçilerinin adı en başta, hatta tek işçi topluluğu olarak geçmektedir. Cumhuriyet’in ilanından sonra ilk 1 Mayıs, hükümetçe yapılan yasaklamaya karşın 1924’te Ankara’da kutlandı (S.T.M.A, 1989: 1896):
“...Ankara’da ise İmalat-ı Harbiye işçileri Cebeci’de Boşnak Mahallesi’nde bir toplantı düzenleyerek 1 Mayıs’ı kutladılar. İşçi çocukları Hastalık Sandığı yararına rozet dağıtıp, bağış topladılar. İşçiler marşlar söylediler ve Vilayet ve TBMM önüne kadar yürüyüp konuşmalar yaptıktan sonra dağıldılar...”
Eski TKP Genel Sekreter’i İsmail Bilen 1973’de yaptığı bir konuşmada 1924 Ankara 1 Mayıs’ını konu edinmiştir. Kendisine göre büyük bir yürüyüş gerçekleşmiş ve bunda TKP Ankara İl Komitesi’nin etkisi olmuştur. Bu etki de “Kurtuluş savaşı günlerinden beri Ankara’daki «İmalat-ı Harbiye» ordu donatım fabrikası”nda etkili olunması sayesinde gerçekleştirilmiştir (http://tustav.org/1/1973_5.htm). Bunun yanında 1925’de kapatılan Amele Teali Cemiyeti içerisinde de ciddi sayıda İmalat-ı Harbiyeli olduğu bilinmektedir.
Kulübün kimliğine ilişkin farklılaşma kısmen Ankara’ya geldikten sonra başlasa da özellikle 1930’lu yıllardan sonra kulüp yönetimi neredeyse tamamen bürokratlara kalmıştır. Fakat o yıllarda dahi kulübün ‘amale takımı’ olarak anıldığı belirtilmektedir (Arığ, 1996: 51). Daha sonraki dönemlerde hem kulüp yönetimi, hem sporcuların yapısı itibariyle hem de Türkiye’de bu alandaki profesyonelleşmenin de etkileriyle kulüp ciddi değişimlere uğramıştır. Fakat bu sefer artık ‘tribünler’ öne çıkacaktır.
İşçi sınıfı takımı Ankaragücü’nden farklı olarak, “Sultani” bir “seçkinler takımı”dır. Şimdiki Atatürk Lisesi olan Ankara Sultanisi’nde kendilerini okul takımına almayan hocalarına kızan birkaç öğrencinin elinden tutan Muş mebusunun gençlere bir kulüp kuruvermesiyle Gençlerbirliği oluşur. 1923’te kurulan kulübün ilk başkanlığını Mülkiye Müfettişi Faik Bey üstlenir. 1925’te gerçekleşen ilk kongrede fahri başkan İzmir mebusu ve Milli Eğitim Bakanı Necati Bey, genel başkan Faik Bey’dir. Daha sonra oluşturulacak yönetim kurulu yine, üç memur, bir öğretmen ve bir öğrenciden oluşmaktadır (Bora, 2003). “Anadolu burjuvazisinin takımı, Cumhuriyetle birlikte kurulan Gençlerbirliği” (Baloğlu; 2004) kendi halinde bir güzideler camiası oldu.
Ankaragücü tarihinde bahsedilen ve örneğin Tanıl Bora’nın Ankaragücü’ne olan “son sempati kırıntısını da harcatan” olay, Ankaragücü’nün 1980/1981 sezonunda, 2. ligdeyken, Türkiye Kupasını kazandığında, cuntanın çıkardığı bir kanunla 1. lige alınmasıdır. Bu olay üzerine takımın “paşaların takımı” damgasını yediği ve zaten taraftarın da buna teşne olduğu (Bora ve Cantek, 2000) hususu tartışmalı… 12 Eylül darbe koşullarında kendisine toplumsal meşruiyet alanı yaratmak isteyen cuntanın, Ankara’da çok sevilen bir takım üzerinden isim yapmaya çalışma çabası tipik bir diktatör tavrı değil midir? Ayrıca Ankaragücü’nün 1. lige terfiinde, takımın bileğinin hakkı ile aldığı Türkiye Kupası başarısını göz ardı etmemek gerekir. Ankaragücü’nün 1. lige terfii ile kimse mağdur olmamıştır, kimsenin hakkı yenmemiştir. Tüm bunlara rağmen, cuntanın kanununu tüm takıma ve tribünlere mal etmekteki niyet de tartışmalıdır. “Bir futbol kulübü kimindir Allah aşkına? Başkanın, yöneticilerin mi? Fenerbahçe şimdi Aziz Yıldırım’ın mı oldu mesela? Beşiktaş Seba’nın mıydı? Futbolcuların, teknik yönetimin mi?” (Bora, 2000). Öyleyse takım “paşaların takımı” mıdır gerçekten?(1)
12 Eylül döneminde “ifrit olunacak bir sürü hukuksuzluk” almış başını yürüyorken, 1. lige çıkarılması yüzünden Ankaragücü’ne ve tribünlere soğuk nazarlarla bakmakla, kanunu yapanlara soğuk nazarlarla bakmak arasında fark olması gerekmez mi?
Tribün Profilleri/ Proleter Kamusal Alanı Olarak Tribünler: Gençlerbirliği ve Halkın Takımı Ankaragücü
Herkes bilir ki, Ankara futbolunun taraftarıyla tartışmasız en kitlesel takımı Ankaragücü’dür. Kavramsallaştırma olarak da “halkın takımı”, takımın Ankara’ya taşınmasından bu yana herkes tarafından sahiplenilmesi ve taraftar ve seyirci profili ile belirginleşmiştir. Ankara’ya göç edenler, pazarcılar, kenar mahalle sakinleri hep Ankaragüçlüydü ve dolup taşıyordu tribünler. Bu kitlesellikte Ankaragücü’nün bir işçi takımı olmasının da etkili olduğu düşünülebilir. Hacettepe’nin mahallesiyle birlikte ortadan kaldırılmasıyla, mahallenin bıçkın ruhu da Ankaragücü’yle yaşamaya devam etti.(2) Bunun yanında “elitist” Gençlerbirliği “münevverlerin, bürokratların, “şık”ların, özcesi Yenişehir’in takımı oldu Ankara’da - mahallelerle pek alışverişi olmadı. “Gençler” seyircisi, Hacettepe’nin Çubuk şaraplarıyla maça giden, kimi zaman delikanlılık raconu filan dinlemeyip ifrata kaçan divane taraftarına da, uzun müddet Ankaragücü’nün açık tribününü dolduran İmalat-ı Harbiye işçisine de benzemedi (Bora ve Cantek, 2000).
Ankaragücü’nü 60’lı yılların başından beri takip eden Ankara’nın duayen gazetecilerinden Güray Soysal, Ankaragücü ve Gençlerbirliği taraftarını söyle anlatır (akt. Adnan, 2005: 244); “Gençlerbirliği’nin taraftarı ise hep bürokrat kesimden, tiyatro seyreder gibi maç seyreden bir gruptu. Ankaragücü’nün ise avam, halk tabakasındandı taraftarı. Varoşlardaki insanlar, daha ziyade Ankaragücü’nü tutardı”. Tıpkı Tanıl Bora’nın “Nasıl Gençlerli Oldum?” yazısında bahsettiği gibi (Bora, 2001a: 244); “Ankaragücü: İmalat-ı Harbiye işçilerinin, toptancı halinin, “başkent” kimliğiyle özdeşleşerek şehre kabullerini pekiştirmek isteyen taşra göçmeni yeni Ankaralıların her zaman popüler, her zaman tribünü kalabalık halk takımı… Gençlerbirliği: Başta Ankara Atatürk Lisesi, Ankara liselerinin ve başta Hukuk ve Mülkiye, Ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren, saygın –hatta biraz kibirli- ama aslında kendi halinde bir “güzideler” camiası…”
“Gençlerbirliği’nin yeni zamanlardaki taraftar (daha doğrusu taraftar ve seyirci) yapısına bakarsak, 60’ların profilinin izlerini hâlâ görebiliriz. Örneğin açık tribünün (“gecekondu”nun yanı) amigosu, üniversite mezunu ve devlet memuriyeti görmüş olmakla övünür. 60’ların profilini cismen de görebiliriz; zira sayısı onlu rakamlardan ileri gitmese de Gençlerbirliği’nin sadık güngörmüş taraftarları var hâlâ maçlara gelen. 80’lerde Ankaragücü’nün debdebesinden hazzetmeyen ve skordan çok futbol seyretmeyi önemseyen yeni bir futbolsever kuşağı da, Gençlerbirliği’nin eski “seçkin” kimliğini yeniden üretecek bir miktar taraftar/seyirci kazanmasını sağladı” (Bora ve Cantek, 2000).
Gençlerbirliği’nin “Ankara'da yaratılmak istenen modern Cumhuriyet kültürünün ideallerinin güçlü etkisi altın gelişmiş, bürokratik elit nezdinde sağlam bir itibara sahip olması” (Bora, 2002) ise Gençlerbirliği tribünlerinin yalnızlığının nedeni olarak görülebilir. Gençlerbirliği’nin “kitlesel olmayan ancak nüfuzlu camia desteğinin” aksine, Ankaragücü, kitlesel halk desteği ile var olmuştur.(3)
Vesile olduğu sosyallikle beraber, futbolda ‘taraftar’ olmak örgütlü ilişki sahibi olmak anlamına da gelmektedir. Bu açıdan ayrı bir kamusallık yaratmak bunun zeminlerinin ve ilişkilerinin hazırlanması anlamına gelecektir.
Kamusal alan deyimini farklı bir şekilde ‘işçi sınıfı’ tartışmasıyla beraber ele alan Negt ve Kluge’a göre, kamusal alan deyiminin işçi sınıfı veya daha da genişletirsek emekçi yığınları açısından kritik noktası ‘pratik’ deneyimdir (1991: 69). Her ne kadar Negt ve Kluge bu olguyu daha üst bir boyutta, siyasal faaliyetleri de dahil eden bir boyutta tartışsalar da bir ‘deneyimsel anlam’(1991: 66) alanı olarak bu kavram yoksul kitlelerin kendilerini gerçekleştirdikleri ve ‘ortaklaşa bir kollektiviteyi yaratma eylemleri’ çerçevesinde önemli bir yere sahiptir. Negt ve Kluge kamusal alan tartışmasında, bu oldukça geniş anlamlar içeren kavramın, “…ancak içinde toplumsal deneyim örgütlenebildiği takdirde kullanım değerine sahip olacağını” belirtmektedirler (1991: 73).
Modern haliyle futbol, ortaya çıktığı ülke olarak kabul edilen İngiltere’de yasaklarla da gündeme gelmiştir. Stemmler, futbolun 700 yıllık erken tarihinin aynı zamanda bir yasaklar tarihi olduğundan bahsetmektedir. Bu noktada futbol oyununun ‘kamu huzur ve asayişini bozma’ potansiyeli bu yasakların başta gelen sebeplerinden biri olarak kabul edilir (Stemmler, 2000: 29). Bu oyunun kitlesel şekilde oynaması ve özellikle ‘saygın olan’, ‘kutsal olan’ birçok olguyu tanımayacak bir ortam hazırlaması, bir anlamda Bakhtin’in deyimiyle yarattığı ‘şenlik’ atmosferi, elbette yönetici sınıfları rahatsız eden bir durumdur. Oyun ilk ortaya çıkışından beri birçok kural değiştirmiştir, fakat büyülü bir şekilde bu ‘bozucu’ özelliği farklı formlarda süregelmiştir. Stemmler, modern kitle futbolunun temelini, hatta önkoşulunu, “İngiliz futbolunun asırlar boyu süren düzensizliği ve toplumsallığına bağlamaktadır”. Fakat hayattaki her şey gibi bu alanda da çeşitli değişimler ve karmaşık/çelişik süreçler ortaya çıkmıştır. Hegemonya ve popüler kültür bağlamında konuyla ilgili olarak, ilk dönem futbolu ve sonrasında ‘isyanın’ görünüm değiştiren hali hakkında S. Hall’ın değerlendirmeleri ilginçtir (Hall, 1999: 100):
“...Endüstri öncesi futbol büyük ölçüde düzensizdi, şekillendirilmişti ve standart kaynakları yoktu (top tekmeleneceği gibi, taşınabilir, atılabilir, kapılabilirdi). Bazen yüzlerce kişi katılırdı, işaretlenmemiş alanlarda veya kasaba caddelerinde yapılırdı. Bütün oyunlar yöresel geleneklere göre oynanırdı ve sıklıkla… İsyan Yasa’sının okunmasıyla son bulurdu. Bunun aksine modern oyun ileri derecede düzene sokulmuş ve sistemleştirilmiştir. Evrensel olarak uyulan ve hakemleştirilmiş kurallara göre bir merkezden yönetilir. Doruk noktası cemaat düzeyinde değil yerel bağlar çok güçlü olmakla birlikte ulusal ve uluslar arası düzeydedir. Katılım için değil, seyirlik olması için yeniden düzenlenirler. ‘İsyan’ oyun alanında değil tribünlerde gerçekleşir”
Hall’ın belirttiği noktadaki gelişmeler günümüzde ‘endüstriyel futbol’ adı verilen ‘tamamen piyasa için futbol’ diyebileceğimiz hızlanan süreçte daha da netlik kazanır. Bir taraftan izleyicinin artık daha fazla ‘müşteri’ olması istenirken, diğer yandan tribünlerdeki insanların ‘hareket etme’ veya ‘maçı nasıl izlemeleri gerektiği’ dahi belirlenerek kitlelere dayatılır. Çünkü bu tarihsel süreçte görülen ‘kitlelerin’ dışlanması sürecine cevap farklı bir formda yine kitlelerden tribünler üzerinden gelmektedir. Futbol oyunu hakkında yüzyıllar önce edilen şikâyetler günümüzde yöneticilerin ‘futbol taraftarlarından şikâyetine’ dönüşmüştür. Sürece tarihsel dışlama ve para-merkezli bir dünya açısından bakıldığında bu nokta dikkat çekicidir.
Özellikle Avrupa’da, futbolun yarattığı zeminde taraftar temsili üzerinden alternatif yaklaşımlar geliştirmeye çalışan birçok çalışma mevcuttur. Bunlardan başarılı bir örnek olan Guilianotti’nin İskoçya’da popüler kültür çerçevesinde futbolu ele aldığı çalışmasında, taraftarların sosyalleşme süreçlerinin ve bu zaman dilimlerinde kullanılan dilin ‘muhalifliğinin’, özellikle ‘alt-sınıfların konuşma’ imkânı sağladığının altı çizilmektedir (2005: 350). Hatta kulüplerin bulunduğu şehirlerin çok uzağında, Celtic ve Rangers’ın Kuzey Amerika’daki taraftar örgütlenmeleri açısından, yaratılan ‘atmosferlerinde’ bir birlik ve kollektivite yaratmakta dikkate değer yönelimleri olduğunu belirtmektedir (2005: 352–353). Bu kollektif deneyim bir açıdan yaratılan ve ortak deneyimlenen bu durumun önemini göstermekle beraber, hemen hiçbir zaman yalnızca renkleri veya kulüpleri temsil etmez. Çoğu zaman farklı toplumsal kimlikleri içeren bir temsile de bürünebilir. Örneğin, Guilianotti’nin çalışmasında Celtic ve Rangers taraftarları arasındaki farklılık etnik-dinsel bir bölünmenin de izlerini taşımaktadır (2005: 351). Deneyim için olmazsa olmaz noktalardan birisi de elbette tarih ve ortak hafıza gibi noktalardır. Özne olabilmek bir anlamda ‘tarihin kurgulanması’ ile mümkündür. A. King’in makalesinde belirttiği gibi ‘holiganizm’de ‘kollektif hafızanın’ önemli bir rolü vardır (King, 2001). King’in tartışması daha çok bu grupları anlamak ve grup içi dayanışma ve ortak zihin üzerine düşünmek konularını öne çıkarır, bunu yaparken de futbol ve şiddet ile ilgili olarak yalnızca kriminolojik bağlamda yapılan yaklaşımlara da göndermede bulunarak, konunun yalnızca bu kısmıyla ilgilenmenin yaratacağı problemler üzerinde de durmaktadır.
Kuruluşundaki geleneği, işçilerin, yoksulların takımı olarak sürdüren Ankaragücü’nün kale arkası tribünün adının yıllardır “Gecekondu” olması boşa değildir. Tribundergi.com sitesinden bir alıntı yapacak olursak: “‘Gecekondu’, kentin yoksullarının müdahil olabilmek için kendilerine seçtikleri bir alan. Çok çeşitli mekânlardan gelen gençlerin buluşma yeri ve tam anlamıyla eğlencenin mekânı. Enformel sektör için, özellikle seyyar satıcılar için bir birleşme mekânı, küçük işletme işçilerinin kendileri gibi olanları buldukları yer, 'haylaz ve gergin' lise öğrencilerinin güç gösterme ortamı! Bütün sınıf kültürü çalışmalarında ortaya konulan özelliklerin yansıdığı, adeta bir laboratuar olarak Gecekondu ağırlıklı olarak 'alt-kesim' taraftarları ile Ankara'da futbol deyince hatırlanacak belki ilk şey...”
Günümüzde Ankaragücü tribünlerinin yapısı, Ankara’nın dar gelirli semtlerinin bir ‘konfederasyonu’na benzemektedir (Etlik, Doğantepe, Yenidoğan, Cebeci, Demetevler, Balgat vb.).(4) Genel olarak tribünlerdeki genç taraftar ‘kendi mahallesindeki’ ilişki üzerinden tribünlere gelmektedir. Mahalleli gençler ‘mahalle’ isimleriyle ‘tribün gruplarının’ alt-gruplarını oluşturmaktadırlar. Ankara’nın dar gelirli veya orta halli sayılabilecek mahallelerinin gençleri arkadaş gruplarıyla bu ‘konfederasyonu’ oluşturmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında da ‘Hacettepe’nin yerini ‘hacettepelerin’ aldığını söylemek mümkündür. Aktif olan genç mahallelilerin yanında yaşı ilerlemiş olan taraftarlar da genel olarak aynı mahallelerden gelen insanlardan oluşmaktadır. Yaşı artık sürekli tezahürat yapmaya veya harekete uygun olmayanlar özellikle Gecekondu’nun yanında ‘ihtiyarlar’ olarak anılan yerde veya ‘maraton’da daha az ses çıkaran ama daha eski taraftar kimlikleriyle tribünleri doldurmaktadırlar.
Taraftar profillerinden bahsederken bir başka noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Ankara futbolundan ve Ankara takımlarından bahseden yazıların hemen hepsinde Gençlerbirliği’nin Ankara’nın yegâne sivil takımı olmasından ve/ya camianın da kendisini, hepsi sivil veya askeri bir kamu kurumuna yaslanan diğer Ankara takımlarına karşı "Ankara’nın yegâne sivil takımı" olarak algılamasından bahsedilmektedir (Bora ve Cantek, 2000; Bora, 2002; Demirkol, 2003 vb…). Gençlerbirliği’ne “devletçi bir devletin göbek deliğinde sivil kalabilme başarısı” gösterdiği için övgüler düzülürken (Demirkol, 2003), “bütün ciddi takımların -Hacettepe kuruluncaya dek- bir devlet müessesesine, çoğu da askeriyeye bağlı olduğu bir vasatta, “en sivil” pâyesi, tahsilli ve bürokratik elitin bu has kulübüne düşüyordu” (Bora ve Cantek, 2000).
Ankara futboluna ilişkin resmi- sivil takım ayrımı sık sık kullanılmasına rağmen, bunun salt “kurumsal” bağlamda olduğunu, sosyolojik olmadığını belirtmekte yarar var. Temel çatışmayı devlet ve sivil toplum arasına sıkıştıran bu “sol” anlayışın, Gençlerbirliği’ni yegâne sivil takım olarak görmesi ve sempati kanallarını buradan zorlaması manidar. MKE kurumuna “yaslanan” Ankaragücü tespitlerinde taraftar hep dışarıda bırakılıyor, kulüp “resmi” kimliği altında tanımlamıyor. Oysa kentin yoksullarının takımı Ankaragücü, kitlesinin “samimiyetiyle”, seçkinci kulüplerin aksine gayet “sivil” aslında. Çatışmanın sivil toplum-devlet ekseninde yapılması elbette yalnızca ‘futbol alanında’ değil. Yaygın bir şekilde ülkenin tarihine de böyle bir yaklaşımın olduğunu belirtmek mümkün. Bu yaklaşımın bir sonucu ‘işçi sınıfı’nı görmemeye kadar uzanır. Metin Özuğurlu sivil toplum-bürokratik devlet gerilimi üzerinden kurulan yaklaşımı şu şekilde eleştirir (1996: 54):
“…Tarihin gerçek mazlumu olarak emekçiler, sivil toplum potası içinde burjuvazinin tarihine tabi kılınır. Böylece işçi sınıfı tarihsizleşirken, burjuvazi de ‘mazlumlaşır’. Evet, burjuvazi işçi sınıfını ne kadar tarihsizleştirirse o kadar mazlumlaşır”
Ankaragücü’nün geçmişindeki işçi kimliğinin pek görülmemesi ve onun devletle ilişkisinin öne çıkarılması da bir açıdan kulübün kuruluşunda yer alan sınıf damgasını görmezden gelir. Diğer yandan ise Gençlerbirliği’nin sivilliğini siyasal alandaki bir sivillikle benzeştirecek olursak, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi kadar “sivil”dir. Türkiye’de sivil toplum- resmilik tartışmalarında genel olarak bu sol anlayışın yaptığı “buz gibi” burjuvayı bize sivil diye sunmaya çalışmaktır.
Kapitalizmde “Taraf”tar Olmak
Futbol değişen dünyanın yeni pazar alanı haline geldikçe, hayatlarımızdaki “karşılığı” da değişmeye başladı. Para basan yıldız oyuncular, reklâm gelirleri, tv yayınları ama en önemlisi seyirciler potansiyel tüketici kitlesi artık… Ticarileşen futbol sektörü içinde futbolseverlere düşen pay her anlamda ağırlaşıyor. En iyisi evde, yoksa kahvede şifreli maçları izlemek… İlla dışarı çıkmak isteyenler için önce kalabalıkların daha etkin kontrolünü sağlamak ve şiddeti önlemek için herkesin oturduğu statlar oluşturulacak, daha sonra bu statlarda taraftarın geleneksel gönülden desteği değil, müşteri seyircinin parasal desteği alınacak. Çünkü futbol, değeri milyarlarca dolarlarla ölçülen bir eğlence sektörü, bundan böyle parasını veren eğlenecek.
Son yıllarda profesyonel futbol ve ekonomik dönüşümün etkilerini Hollanda’daki taraftarlar üzerinden değerlendirmeye çalışan Oppenhuisen ve Van Zoonen’in çalışmaları bu alanda önemli veriler sunmaktadır. Yazarlar öncelikle profesyonel futbolda ticari söylemin tüketicisi ile sportif söylemin taraftarı arasında bir gerilimden bahsetmektedirler (2006: 63). Hollanda’da 7 takımın taraftarlarını ise kendilerinin geliştirdiği bir ölçek aracılığıyla değerler değerlendirmesine tabi tutarlar. Bu değerlerde endüstriyel futbolun kimi söylemleriyle taraftarın geleneksel değerleri karşılaştırılır. Buna göre birçok açıdan endüstriyel futbol söylemi, taraftarlar içerisinde ciddi bir yaygınlık da kazanabilmiştir (2006: 69). Fakat yazıda ele alınan ‘kesimler’ ve değerler skalasındaki ifadelerin tartışmalı olabileceğini de belirtelim. Endüstriyel futbola karşı direnmenin, ilk başta ‘örgütlü’ ilişkide olmanın yani ‘taraftar’ olmaktan geçtiğini belirtelim. Kapitalizmin her alanda talep ettiği gibi bu alanda da ‘yalnız’lık istenmekte ve ‘seyirciliğin’ olmazsa olmazı olarak ileri sürülmektedir. Oysa bu şekilde futbol küresel kapitalizmin isteklerine göre daha kolay şekillendirilip bir şov endüstrisi olarak görülmesi istenmektedir.
Günümüz futboluna karşı Curva Sud’da A.S. Roma’dan ve futboldan taraf olan Ultras taraftar grubunun dünyaca ünlü manifestolarına giriş metninde futbolun geleceğine ilişkin şu öngörüler vardır; “futbol sahasının yeşilinin sponsor alacağı ve tribünlerde; reklamları kapatabileceği için pankart asmanın yasaklanacağı günlere az kaldı… Kuzey Avrupa’da olduğu gibi, çok büyük bayrakların, pankartların, meşalelerin vs. kullanılmasını engellemek amacıyla onlarca ve onlarca “taraftar kontrolörü”nü içeri sokmayı deneyecekler… Ve yakın zamanda takımlarımızın formaları (evet, formalar bize kalan son şey) sponsorlarla dolacak, tıpkı Formula 1 arabalarındaki gibi…” (Ultras).
Mevzu sadece paralılaşma değil ki; parasını bastırıp tribünün vipine, koltuğun numaralısına, sahanın açığına, reklâmın iyisine, futbolcunun yıldızına, kulübün para basanına, desteğin suskununa alışan seyirci ve onun yaratacağı kültürle yok edilmeye çalışılan taraftar kültürü ne olacak? Ticarileşme ile yaratılmak istenen maddi gücü yerinde, bir pazar gezintisine çıkmış gibi stada gelen, ayakta durup da kimseyi “rahatsız” etmeyen, eğlenmeye gelen, 12. adam olan bir seyirci tipidir. “Artık kavganın, sayıları artırılmaya çalışılan televizyon izleyicisi (büyük kısım) ile gözden kaybolmaya ya da kenar unsuruna dönüştürülmeye yöneltilmiş stad seyircileri arasında olduğu bir gerçek… Gelecek çoktan seçilmiş; kendi takımını statta bir tiyatro oyunuymuş gibi takip etmek isteyen ılımlı seyirciye ait. O seyirci, eğer bir bayrak bir saniyeliğine görüntüyü kapatırsa şikâyet eder…” (Ultras). Ama taraftarın ne takımını ne de tribünlerdeki yerini üç beş kuruş daha fazla verip “lütfen numaralı koltuğunuzda oturanları görevliye şikâyet ediniz” anonslarını dinleyecek ve sessiz sedasız maç izleyecek seyirciye bırakmaya niyeti yok.
Çünkü taraftar farklıdır, her şeyden önce “taraf”tır. Ne Türkiye’deki şiddet tartışmalarındaki gibi ne hem suçlu hem güçlü holigan ne de takımıyla hastalıklı bağlar kurandır. Futbol taraftar için boş zamanlarını doldurduğu bir aktivite değildir (Bilgiç, 2005). “‘Taraftar’ bir türlü ‘endüstriyelleşmeyi, parasallaşmayı’ sindiremez içine; hem de onca yayına karşın… Taraftarlar medyası ile para merkezli anlayışıyla, profesyonellik ve ‘verimlilik’ düşkünü bir dünyanın akışını kırıyorlar. Edilgenleştirilmeye karşı bir anlamda karşı duruşu gerçekleştiriyorlar, ‘ortak güçleri’ ile karşı koyuyorlar Ankaragücü tribünlerinin deyimiyle ‘alayına karşı’… Tribündekiler için futbol sadece sahada top koşturanları izlemek değildir. Tribün taraftar için, gösteri toplumunda isyanın mekânı; Lefebvre’nin kavramlarıyla bakıldığında ‘gündelikliğin’ kırıldığı bir şenlik mekânıdır aslında. İnsani olana ilişkin birçok değerin ‘yaşamasına olanak tanıyan bir alan’ olarak tribünler, ‘taraftar’ın kültürüne karşı endüstriyel futbolun ‘seyircisi’ arasındaki çatışmaya mekân olmakta. Yalnızca alkışlı ve ‘kontrollü’ destek beklenen, ‘dışarıdaki’ hayatı içselleştirmiş olan ve ona uymak gerektiğini bilen seyirciye karşı; ‘rasyonel olmayan’ taraftarın çatışmasıdır bu” (Aydın, 2004).
Ticarileşen futbol ve kulüplerin yaratmak istediği tüketici kitlesi seyircilere inat, Ankaragücü tribünleri yıllardır “tutkulu, ‘aç’, bıçkın ve mutsuz kenar mahalle taraftarı” (Bora ve Cantek, 2000) ile hem takımına sahip çıkmaktadır hem de hayatına. “Taraftarlar bir anlamıyla ‘aşağıdakilerin’ futbola katılımındaki ve buradaki mücadeledeki ‘formları’ değil midir?” (Aydın, 2004).
Türkiye’de tribün terörü söylemlerinde bolca adı geçen “psikopat” Ankaragüçlüler “inadına” taraftardır. Ankaragücü taraftarı için takım tutmak/sevmek sadece maçlara gidip futbol izlemek değildir. Takım oynamadığında küfür eder, sürekli tezahürat yapar ya da isterse susar ama hep varlığını hissettirir.
Ankaragücü taraftarının psikopatlığından öte, özellikle sol/ entelektüel camia içindeki bir başka Ankaragücü algısı ön plana çıkıyor. Ankaragücü taraftarı güce tapmakla (Bora, 2001a: 244), güç kimden gelirse gelsin “teşne olmakla” itham ediliyor (Bora ve Cantek, 2000). Bir süre sonra güce tapmanın, “yaralı bir narsizm” olarak kendi gücüne tapmayı da beraberinde getirdiği söyleniyor (Bora, 2001b).
Öncelikle Ankaragücü taraftarı bir güce tapıyorsa kendi gücüne tapmaktadır, hemen hemen tüm “gerçek tribünler” gibi. Bu güç ise bizzat oradaki kollektivite tarafından oluşturularak kimlik olarak kabul edilir. Özellikle ‘gecekondu’ kimliklendirmesi kentin yoksul mahallelerinden gelen taraftarların bir şekilde kendisini tariflemesi ve ‘kamuya’ kendi gücünü bu mekâna referans veren kimliğiyle açıklamayı anlatmaktadır. Zira takımın önceki başarıları ile tribünlerin kalabalıklaştığı iddiası, zaten tribünlerin, özellikle 80’lerde büyümüş, güçlü olmayı, gücü ihtirasla isteyen taraftar nesli ile dolması pek de inandırıcı gelmiyor. Çünkü bu taraftarların tribünlere akmayı hızlandırdığı 90’lı yıllar ve sonrası Ankaragücü’nün pek de başarılı sayılamayacağı, hatta düşmekten “yırttığı” yıllardır. Ankaragücü tribünlerini güçlü yapan Ankaragücü’nün başarıları ya da sevenlerinin, yukarıdakilerin takıma sahip çıkmasını farz görerek, ‘aşağıdakilerin kör öfkesinin tipik tezahürleri olarak takıma sahip çıkılmasını talep etmeleri’ ya da bundan hoşlanmaları değildir… Ankaragüçlüler güçlüler çünkü tribünde durmuyorlar sadece, ya da futbol seyretmiyorlar 90 dakika boyunca, varlar, oradalar, müdahale ediyorlar ve değiştiriyorlar. Davulları, pankartları, meşaleleriyle oradalar ve en çok kendilerini dinliyorlar ve izlettiriyorlar. Üstelik bunu “her yerde” yapıyorlar, ilişki zemini hemen hiçbir grup için sadece maçın sınırlı dakikalarıyla belirlenmiyor.
Kendilerini seviyorlar. Çünkü “o” takımı seçen, onu sınırsızca “her şeyden çok” seven, tarihini yaratan yine taraftar; bu yaralı bir narsizm olarak değil de bir “özne olarak varolma” mücadelesi olarak görülemez mi? Bir arada olmanın yarattığı gücü görmek taraftarın en çok heyecanlandığı noktadır. Bu varoluşta örneğin Ankaragücü’nün taraftarı etkin ve dinamiktir. Zengin bileşimiyle taraftarın üzerinde anlaştığı kavramlardan biri olan “isyan” “alayına gider”. Hayata tutunma ve varolma çabası içinde tribün ve taraftar, seyirciden/izleyiciden farklı olarak asla yalnızca futbol izlemez, o bir olgu olarak durur ve 'izlettirir'!
Takım bu taraftar için saldırmalı, çünkü futbolcuların paradan ve sahadaki performanslarından başka bir şey olabilmeleri buna bağlı. Taraftar “bağırırken”(5) sadece kendini değil, orada bulunan takımı ve 11 üniteyi de anlamlı kılıyor.
Tanıl Bora “Sevmeyi Bilmek…” adlı yazısında ölümlü pankartlara (6) olduğu kadar “mükemmel taraftara” olan hassasiyetini de dile getirir (Bora, 2001b); ona göre mükemmel taraftar için yüksek ateşli olmak ve maçı (mümkünse şampiyonluğu) çılgınca istemek yetmez. Mükemmel taraftardan, kötü zamanlarda dayanışmayı, trajedilerle olgunlaşmayı bilmesi de beklenmeli…
Taraftar da “her koşulda sever” ve “asla yalnız bırakmaz” takımını ancak bu ne bir “tehdit”tir ne de “kafaya kakmak”. Hele sadece başarıya endeksli seyircilik zamanlarında, “yenilse de yense de” takımına sahip çıkar taraftar. Bazı içi geçmiş “milyarlık eşşekler”in takımlarına halel getirmesi ya da yönetimin tavrı onları sinirlendirebilir, ama “her zaman her yere gider…”. Bu sevgi “hastalıklı” olarak tabir edilir zaman zaman, hastalıklı ve aşırı! Her sevgi gibi aşırılıkları olsa da taraftarın bu irrasyonel sevgisi rasyonel zamanlara “isyan”dır bir bakıma… Tribünlerdeki coşku aslında bir açıdan ‘yalnızlaşmaya’, ‘metalaştırılmaya’ veya genel olarak futbolun kapitalistleştirilmesine karşı da bir direniş olarak görülebilir (Ünsal, 2005: 421). Örneğin yakılan meşalede ‘görülmeyen’ler kendini gösteriyordur belki de, belki de taraftarlar tarafından kesilen maçta kuralların yalnızca medya tarafından verilmediği belirtiliyordur.
Kapitalizmin seyirciliğinde mükemmel taraftar oturur, sadece maçını izler, çekirdeğini çitler, “arsız” değildir, küfürbaz değildir, “centilmendir”(7) ve centilmenliği yaygınlaştırmaya çalışır (“ne küfürbaz, ne arsızız, ne torpilli, ne yüzsüzüz, işte bizim tek farkımız; biz centilmen gençlerliyiz” pankartı uzun süre asılı kalmıştır tribünde), o “arsız” ve “yüzsüz” yoksullar gibi kendinden geçmez, maç biter, takım kendi yoluna o kendi yoluna gider. O nedenle, yıllardır maça gitmeyen bir üniversite öğrencisi, statta “numaralı koltuğunuzda başkası oturuyorsa lütfen en yakındaki görevliyle işbirliği yapın” anonsuna sevinir, bu demektir ki tribün çeteleri(?) lütfen dışarı çıksın, çevresindeki çiftler sanki biraz sonra başlayacak olan maçın değil de romantik bir filmin izleyicileridir, zaten kendisi Türkiye’nin güzel yüzünü görmüştür Gençlerbirliği tribünlerinde (Özcan, 2004).
Ankara’nın iki takımı arasındaki farklardan biri de budur işte… Bu “arsız” yoksullar tribünleri doldurup bağırıp çağırdıkça, aslında taraf oldukça inadına ve alayına, Gençlerbirliği’nin tribünleri suskundur, sadece futbol izlemektedir. Güray Soysal da bu duruma tanık (Adnan, 2005: 253); “tabi elbette Ankaragücü taraftarının hataları oluyor. Ama Gençlerbirliği taraftarı gibi de, tiyatro seyreder gibi seyretmezler maçları.”
Özellikle yönetim anlayışı kulübü bir ticarethaneye, seyirciyi de bir işletmenin taraftarına dönüştürürken, bu şekilde endüstriyel futbolun “göbek deliğinde” kalan Gençlerbirliği kulübü sadece “para basan” İlhan Cavcav’la anılırken, Ankaragücü’nün önce taraftarıyla anılması, ticarileşen futbol karşısındaki duruştan ve taraf olmaktan kaynaklıyor herhalde. Maddi imkân anlamında veya ‘güç’ anlamında Gençlerbirliği’nin mazlumlukla ilişkisi yoktur. Fakat halk desteği anlamında yoksunluğu mevcuttur. Bunun da tarihsel süreç içerisinde anlaşılabilmesinin imkânlı olduğu düşünülebilir.
Solun hali
Şimdiye kadar özellikle Tanıl Bora’nın yazılarında cisimleşen Gençlerbirliği sempatisine ve “öteki” Ankaragücü’ne farklı bir bakış açısı ile bakılabileceğini anlatmak istedik. Aslında Tanıl Bora’nın (Bora, 2001a: 251) “mesele biraz da sınıfsal mıdır nedir? Memur ve şehir çocuğu bir tahsilli olarak içtimai mevkiim dile gelse ‘Gençlerbirliği!’ diye bağırırmış gibi geliyor” deyişindeki gibi mesele sınıfsal olabilir. Bu başlıkta Tanıl Bora’nın bireysel tercihlerini tartışmayacağız şüphesiz, ama bu genel ruh hali, ‘80 sonrası solun yaşadığı kriz ve dünyayı algılama biçimi ve hisleriyle doğrudan alakalıdır. Elbette ‘sol’ demekle çok geniş bir bütünün tariflendiği ve konunun aslında içinden çıkılmayacak derecede problemli olduğu açıktır. Fakat bu noktada ‘sol’un geniş halk kitlelerinden kopuşu ve seçkinci tavrı dikkat çekmektedir.
Özellikle 1980 yılındaki darbe sonrası solun kitlelerle kurduğu bağda önemli değişimler olmuştur. Yavaş yavaş toparlanılan 1980’li yılların sonundan itibaren ise daha yerleşik olarak ‘halktan kopuk’ bir sol anlayış genel olarak siyasal alanın tüm ‘sol’una yansımaya başlamıştır. Solun bu kopukluğu güçsüzlüğü, güçsüzlük de daha fazla kopukluğu getirmiş, özellikle 90’lı yıllarda bu süreç hızla kendini belli etmeye başlamış ve artık toplumsal yaşamda ‘sol’ ile ‘entellektüel’ olma durumu daha fazla dışlayıcı olarak benimsenir olmuştur. Bunun yanında sistemin teknolojik sıçramalar yardımıyla kullandığı iletişim teknolojisindeki yeniliklere ‘soldan’ cevap yerine, içine kapanma daha çok artmıştır. Bir taraftan ‘içine kapanma’ ve cemaatleşme eğilimini sürdüren solun bir kesimi ‘kapalılığı’ başka yollarla açmayı da denemiştir elbette. Ama orada da bu kapalılığı açmak için aslında başka tip bir seçkinci tutum, istenerek veya istenmeyerek, ortaya çıkmıştır. Özellikle Batı Avrupa toplumsal mücadelelerindeki ‘yeni toplumsal hareketler’ üzerinde durulmuş, halka açılma adına belki bu topraklarda, neredeyse aydın çevresi dışında hiç toplumsal tabanı bulunmayan söylemler öne çıkarılmıştır. 80 öncesi yılların kendi başına ‘halk hareketi’ olabilmiş siyasetlerin de başını çektikleri kimi çevrelerin Beyoğlu-Kızılay gündemli, aydın odaklı , ‘siyasal merkez olmayan siyasal merkezler’ yaratmalarında bu tip açılımları görmek mümkün olabilmiştir. Elbette bu geçiş dönemleri toplumsal hareketlerin dibe vurması gibi sebeplerle doğrudan ilişkilidir. Yabana atılamayacak diğer bir kesimin ise ‘eskiyi koruma’ adına cemaatleşip kendi gündeminde kavruldukları yıllardır bu yıllar. Ortak nokta ise ‘kopukluk’ olarak göze çarpmaktadır. Üstelik bu kopukluğun ötesinde halk kitlelerine yaklaşım değişim-dönüşüm merkezli bir anlama çabasından çok farklı olarak, şikayete varan yakınmalar; sorgulayıcı bakışın yerine, sistemin araçlarının daha yoğun etkisi karşısında pasif kaldığı düşünülen kitleleri yargılayıcı bir çizgi istenilmeden de olsa hakim olmaya başlar. Örneğin zamanında yaşanan esnaf eylemlerini değerlendiren kimi ‘ilericilerde’ sadece saldırganlığın, gericiliğin vb. dikkat çekmesi gibi ilerici-demokrat kesimlerin algıları ve zihinsel süreçleri, özellikle 80 sonrası dönemde adeta kalabalığa veya kitleye pek alışık olunamadığından, ‘yalıtılmış’ olanı daha mubah kılmaktadır belki de.
Bunun yanında günümüzde farklı yeni toplumsal hareketler, özellikle azgelişmiş denilen ülkelerden esen hareketler bir şeyleri değiştirmekte, dünyanın her yerinde bir şeyler ‘kaynamaktadır’. Bu değişim elbette sınıfsal bağlamda bu topraklarda da gerçekleşmekte (özellikle bkz. Ferda Koç; Türkiye'de Yeni Bir Toplumsal Hareket Gelişiyor: Güvencesiz İşçiler Hareketi, http://www.sendika.org/), fakat her toplumsal değişimde olduğu gibi hızla siyasal alana yansıyamamaktadır. Son yıllarda yapısal bu dönüşüm siyaseten de eski geleneksel merkezlerin yerine yeni ve ‘aşağıdan’ hareketleri daha fazla gündeme getirmeye başlamıştır (Halkevleri, Dayanışmaevleri vb. gibi örnekler vermek mümkündür. Ayrıca bkz. Ece Temelkuran, Sol, Örgüt, Parti: Nasıl Yapmalı?, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4006). Bu aslında belli bir dönemin de kapanmaya başlayıp, daha farklı bir sürecin ilk meyveleri olarak görülebilir. Belki de artık sisteme karşı kendini ‘savunan’ durumundan, ‘saldırı’ durumuna geçmenin emareleri yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.
Ankara’da futbol ile bu süreçlerin arasında ne gibi bir bağ olduğu sorulabilir. Ama futbol alanını herhangi bir toplumsal zemin olarak ele aldığımızda bu zemindeki tercihlerin veya yaklaşımların ister istemez hemen her alanda olduğu gibi bir şeyleri temsil ettiğinden bahsetmek mümkündür. Futbola onun ‘asla sadece futbol olmadığını’ düşünerek veya yalnızca insanları ‘uyutan’ bir etkinlik olarak değerlendirmeyenlerin sayısının yine de ‘ilerici/demokrat’ çevrelerde çok sınırlı olduğunu belirtmekte fayda var . Bunun yanında Ankara’da futbola ilgili kesimin büyük çoğunluğunun ise özellikle Türkiye’de futbol yazınına katkıları ve futbolu ‘okuyanlarla’ buluşturması anlamında tartışmasız öneme ve değere sahip Tanıl Bora gibi isimlerin de ciddi etkileriyle, Gençlerbirliği ile yakınlığı daha kolay kurabildiği gözlenmektedir. Aslında bu tercih görünür olmasının ötesinde daha çok hissedilir bir durumdur. Birçok ilerici-demokrat kişi herhangi bir şekilde futbola bulaşmamış olsa da kafasında iki kulübün niteliğine ilişkin ön yargıları barındırmaktadır. Herhangi bir sohbette Ankara futbolunun iki kulübü arasında yapılan sempati değerlendirmesinde puanları Gençlerbirliği toplamaktadır. Tanıl Bora’nın tercihini ortaya koyarken karşılaştıkları ve onun dönemi bu tercihi anlamayı kolaylaştırırken (80’lerin başında üniversiteye başlaması ve o tarihlerde Ankaragücü’ne uzaklığının sebeplerinin sıcaklığı vb; belki bugün diğer koşullar aynı olsa farklı bir tercihi yapması mümkün müdür?), daha günümüze yakın zamanlarda yaşanan kırmızı-siyah gönül kaymaları bir anlamıyla ilerici-demokratların genel ruh halini yansıtmakta mıdır? Tabi bu sonuçları bir eğilimi anlama çerçevesinde anlamlı kılmak mümkündür. Tarihi sürecinde seçkinlerin camiası olan bir olgunun, futbola ilgili ilerici-demokratlar tarafından daha fazla destek bulabilmesi, şimdiye kadar olan genel süreçle hiç mi etkileşim içerisinde değildir? 80’ler ve 90’lar ilerici-demokratların gündemi, sistemin etkinleşmesi ve karşısında ‘bir şeyleri’ hemen hiçbir alanda oluşturamama, bir anlamda ona ‘inat’, onun en az etkilediği düşünülen noktalara bir meyletme süreciyle belirlenebilir mi? Tabi bu süreçte sistemin araçlarının fazlaca etkisine girdiği düşünülen kitlelerin genel tercihlerinden uzak durmak da bir açıklayıcı nokta olabilir mi?
Fakat zaman değişmekte, yukarıda kısaca belirtildiği şekilde toplumsal mücadeleler ve sınıfsal kompozisyonlar açısından yeni bir dönem sinyallerini vermektedir. Bunun kimi hareketleri görülmektedir. İster istemez bu süreç ileriki zamanlarda yavaş yavaş kendisini siyasal alanda da göstermeye başlayacak ve sonrasında bir ihtimal sol-aydının refleks ve duruşlarını da etkileyebilecektir. Belli bir dönemin sonunun gelip, yeni hareketlilik ve canlılıklarla renklenen bir dönemde, örtük olarak ilerici-demokratın zihnine yerleşmiş ‘kopukluk’, ‘savunma’, ‘ayrı durma’, ‘yalıtık olma’, ‘seçkincilik’ gibi kavramlar belki de yavaş yavaş ilerici-demokratın gündeminden çıkacaktır. Belki de ilerleyen dönemlerde Ankara’da bir futbol takımına sempati duymayı isteyen ilerici-demokratların çok daha büyük bir bölümü bu tercihte tarihsel duruşu ve yansıttığı değerler anlamında farklı kriterleri ön planda tutacaktır.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi derdimiz ‘tribünlerde siyaset’ aramak değil. Aslolan kulüplerin toplumsal temsilidir. Amacımız bir anlamda taraftarlığa ve Ankaragücü’ne başka bir açıdan bakmak; ilerici-demokrat reflekslerin Ankara futbolu çerçevesinde nasıl şekillendiğini tartışmak ve en nihayetinde Ankaragücü’ne ve Gençlerbirliği’ne farklı noktalardan bakıldığında manzaranın değişebileceğini göstermektir.
1. Serdar Bilgili’nin Alaattin Çakıcı’ya Beşiktaş “kontenjanından” kırmızı pasaport sağlamasıyla Beşiktaş taraftarları “Çakıcı’nın adamları” haline gelmemiştir. Takımlarla devletin ilişkileri derya deniz bir konu, üstelik Ankaragücü’nün 1. lige terfii kayırılma olarak görülüyorsa, Türkiye’de pek çok takımın kayrıldığı söylenebilir… “Gençlerbirliği’nin 1977’de mahalli kümeye düşmemesi için toparlanan “camia” harekete geçti, lobi gücünü devşirerek statüyü değiştirdiler; 2. lig yeniden tanzim edildi, düşme kaldırıldı, falan filan…”(Bora ve Cantek, 2000).
2. 2002-2003 sezonunda mor beyaz “Hacettepe Unutulmaz” pankartını Anti-X Anıl’ın tribünlere taşıdığını hatırlatalım…
3. http://www.pegasusgucluler.org.tr/ adresinde dinlenebilen 70’lerde epey meşhur olan “Bastır Ankaragücü” şarkısı Ankaragücü’nün kitleselliği ve etkisi hakkında çok şey anlatıyor; özellikle de tribünleri dolduran kalabalığın gerçek gündemi ve “profili” konusunda… “Bir şişe su liraya, maaş yetmez kiraya/ Kasaptaki sıraya bastır Ankaragücü/ Bastır Ankaragücü/ Vergi geldi her kula, fakire yetim dula/ Altımızdaki çula bastır Ankaragücü/ Boşa palavra attık, kafaları oynattık/ Beş yıllık planına bastır Ankaragücü/ Kalkınma planına bastır Ankaragücü/ Bastır Ankaragücü”. Bu şarkının Sabuha'nın yaratıcısı, Salako'nun sazlı filozofu Urfalı Babi tarafından söylendiğini öğrendiğimiz Anti-X Erman’a çok teşekkürler…
4. Ankaragücü tribünlerinde öne çıkan gruplardan bir kaçının internet adresleri: http://www.pegasusgucluler.org.tr/, http://www.since1910.net/, http://www.gecekondu.org/, http://www.bastir-ankaragucu.com/, http://www.gencgucluler.net/.
5. Tezahüratlar, bir tribünün tavrı hakkında, yani taraftarın profili ve hayata karşı duruşu hakkında pek çok şey anlatır. Dikkat edilirse Ankaragücü maçlarında yapılan tezahüratların çoğunluğu da takıma ilişkin değil taraftarın kendine ve yapacaklarına ilişkindir, bu narsizmle ilişkilendirilemeyecek bir “oluş”tur; taraftarın kapitalizmin dışsal sevgi dayatmasına karşı içten/ kendi’nden varoluşudur… “Gururluyuz Güçlüyüz Ankaragüçlüyüz” “Gün geldiyse işsiz kaldık/ Tribünlerde tartaklandık/ Her cefayı çektik ama/ Seni yalnız bırakmadık/ Bırakmadık Başkent bırakmadık” “Paramız yok ki johny wolker içelim/ Versace gömlek giyelim/ İki bira bi sigara/ Alemde teksin Ankara”… “Taraftarız biz çok çektik cefa” “Her zaman her yere gider/ Ne yağmur ne çamur dinler/ Severse gönülden sever/ Bu alemde Ankaragüçlüler” “İyi gününde kötü gününde/ Hep beraberiz/ Çünkü biz Ankaragüçlüyüz” “Bitanem söyle başkent/ Ne istersen iste benden/ İstersen donatalım dört bir yanı bayraklarla/ istersen çınlatalım dört bir yani şarkılarla/ istersen gidelim deplasmanlara konvoylarla” “Arkanda biz vardık seninle her yerde/ Rize’de, İzmir’de, Eskişehir’de/ Korktular kaçtılar bizi görünce/ Ankaragüçlüler geliyor diye…” “Sevdim seni bir kere/ Başkasını sevemem/ Deli diyorlar bize/ Desinler değişemem” “Saldırın saldırın saldırın, bu taraftar için saldırın”
6. “İsmail amca ölmedin” pankartında Tanıl Bora’nın dediği gibi “üçüncü sayfa haberi tadında bir aşk hikayesi” görmemek lazım. Taraftarı taraftar yapan tarihidir aynı zamanda; “Herkes unutur, biz unutmayız”. İsmail amca, Ferdi Abi, Metin, Gökçe, Tarık ölmedi, kalbimizde yaşıyor, tıpkı İtalyan taraftarların söylediği gibi “Carlo Giuliani, vive e lotta insieme a noi!” (Carlo Giuliani bizimle yaşıyor ve savaşıyor)… (http://www2.autistici.org/apb/calciomoderno.htm)
7. Yanlış anlaşılmasın, “centilmenlik” kötü bir şey olduğundan ya da bizim küfür delisi olduğumuzdan, halkımızın yaratıcılığını küfürle göstermesini istediğimizden değil… Futbolda küfüre ve şiddete karşı olan çoğu söylemin ideolojik arka planında tribündeki taraftarın kendini ifade etmesinin engellenmesi yok mudur? Özellikle John Fiske’in televizyondaki şiddete ilişkin değerlendirmeleri, “tribün terörü” bağlamında da açıklayıcıdır (1999: 166- 167) “Şiddet (örneğin fiziksel çatışma) sınıf ya da toplumsal çatışmayla arasındaki eğretilemeli ilişkiden dolayı popülerdir (…)ekranlardan şiddetin kökünü kazıma hareketini başlatanların orta sınıftan ahlakçılar olması hiç de beklenmedik bir durum değildir. Orta sınıftan ahlakçılar, televizyondaki toplumsal şiddeti “kınayarak”, en şiddete dayalı ve en çok suç unsuru taşıyan eylemleri gerçekte tahrik eden şeyin kendi ayrıcalıklı toplumsal konumları olabileceği şeklindeki rahatsız edici düşünceyi ele almaktan kaçınırlar”. Taraftarlar ticari kulüplerin istediği gibi davranmayınca şiddetin baş sorumlusu oluveriyorlar. Bunun üzerine taraftarı “ehlileştirmek” için kampanyalarla, lütfen’lerle, pardon’larla taraftara “konuşmayı” ve “davranmayı” öğretmeye çalışıyorlar. Üstelik her kampanyadan sonra, statlara kameralar takılıyor, polis daha rahat çekim yapsın diye pankartlar yasaklanıyor, stat girişlerinde aramalar rahatsızlık verecek şekilde derinleşiyor. Yani centilmenlik bir anda kapitalist futbol anlayışının yaratmak ve sömürmek istediği seyirci tipini destekler hale gelebiliyor. Taraftarın takımıyla hastalıklı ilişki kurmadığını, vandal olmadığını gösterecek ve dayatılan futbol kültürüne direnecek yaratıcılığı her zaman vardır, bunun için illa “centilmen” olmaya gerek var mı?
Kaynaklar A.S. Roma Ultras Manifesto (http://www.asromaultras.it/manifesto.html). Adnan, Ziya (2005) Biz Ankaragüçlüyüz, İstanbul: İletişim. Ahmad, Faroz ( 1998) “Cumhuriyet Türkiye’sinde Sınıf Bilincinin Oluşması, 1923-1940”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950 (içinde), Der: Qataert &Zürcher, İstanbul: İletişim. Arığ, Veli Necdet (1996) Ankaragücü Belgeseli, Ankara: MKE Yayını. Aydın, Berkay (2004) “Uyutulanlar Değil, Uyananlar:‘Taraftar’lar”, Birgün Pazar, 11 Temmuz. Baloğlu Feridun (2004), TBMM konuşma tutanağı, 4 Mayıs. Bilgiç, Ulaş (2005) “Futboltainment”, Radikal 2, 10 Nisan. Bora, Tanıl (2000) “Bir Kulüp Kimindir?”, Radikal 2, 27 Şubat. Bora, Tanıl (2001a), “Nasıl Gençlerli Oldum?”, Takımdan Ayrı Düz Koşu (içinde), İstanbul: İletişim. Bora, Tanıl (2001b), “Sevmeyi Bilmek… Ve Saraçoğlu”, Radikal, 10 Haziran. Bora, Tanıl (2002) “Gençlerbirliği: Bir Aile ve Camia Mitosu”, Toplumsal Tarih Sayı 102. Bora, Tanıl (2003) Ankara Rüzgârı: Gençlerbirliği Tarihi, Ankara: Gençlerbirliği. Bora, Tanıl; Cantek, Levent (2000) “Ankara Futbolu: Memleket Futbolunun Kenar Semti”, Kebikeç sayı 9. Demirkol, Mehmet (2003) “Başkentteki Yegane Sivil Camia”, Milliyet, 22 Nisan. DİSK Eğitim Notları (1977) Demokratik Sınıf ve Kitle Sendikacılığı, İstanbul: DİSK. Fiske, John (1999) Popüler Kültürü Anlamak, Ankara: Ark. Guilianotti, Richard (2005) “Towards a Critical Antropology of Voice: The Politics and Poets of Popular Culture, Scotland and Football”, Crituque of Antropology, Vol. 25 Is. 4, 339-359. Hall, Stuart (1999) “Popüler Kültür ve Devlet”, Popüler Kültür ve İktidar (içinde), Der: N. Güngör, Ankara: Vadi. Karakışla, Yavuz Selim (1998) “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950 (içinde), Der: Qataert & Zürcher, İstanbul: İletişim. Negt, O. & Kluge, A. (1991) “Kamusal Alan ve Deneyim: Burjuva ve Proleter Kamusal Alanlarının Örgütlenmesi Üzerine”, Defter Dergisi Sayı: 16, 65–76. Oppenhuisen, J. & Zoonen, L.V.(2006) “Supporters or Consumers? Fandom, Marketing and the Political Economy of Dutch Football”, Soccer and Society, Vol. 7 No 1, 62–75. Özcan, Kıvanç (2004) “Burası Neresi?”, Radikal 2, 12 Aralık. Özuğurlu, Metin (1996) “Toplumsal Tarih ve İşçi Sınıfı ya da “Vardı da Biz mi Yazmadık””, Mürekkep Sayı: 6, 53–59. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (1988), İstanbul: İletişim Stemmler, Theo (2000) Futbolun Kısa Tarihi, Ankara: Dost. Şişmanov, Dimitr (1990) Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, İstanbul: Belge. Tuncay, Mete (2000) Türkiye’de Sol Akımlar I, İstanbul: BDS. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi (1996) İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı. Ünsal, Artun (2005) Tribün Cemaatinin Öfkesi: Ticarileşen Türkiye Futbolunda Şiddet, İstanbul: İletişim.
* Berkay Aydın, 1979 doğumlu, bir süre Ankaragücü’nde hentbol oynadı. 93’ten beri Ankaragücü tribünlerinde. Polis copuyla Gecekonduda tanıştı, ilk çırak arkadaşıyla da… Bir ara futbol hakemliği yaptı ama tarafsızlığa(!) dayanamadı, şimdilerde maraton tribününde taraftar. Halen ODTÜ Sosyolojide araştırma görevlisi…
Duygu Hatipoğlu, 1980 doğumlu, 2004’ten beri Ankaragücü tribünlerinde. Ankaragüçlü olmadığı yıllara üzülmeyi bıraktı, kayıp zamanı telafi etmeye çalışıyor. Halen avukat…
Tahrim Suresi
Burada kısaca Tahrim Suresini inceleyeceğiz.
Hz.Muhammed, eşlerinden Hafsa'yı bir geceliğine babası Ömer'in evine gönderir. Hafsa gittikten sonra, cariyesi Mariya'yı alır ve Hafsa'nın odasına götürür ve orada Mariya ile yatar. Ancak, normalde babasının evinde kalması gereken Hafsa eve erken döner ve Hz.Muhammed'i, kendi yatağında Mariya ile yatarken bulur. Bu duruma çok kızan Hafsa, olayı hemen Ayşe'ye anlatır. Ayşe, Hafsa ile birlik olup hz.Muhammed'e karşı çok sert tepki gösterirler. Hz.Muhammed bu tepkiden kurtulmak için, konunun diğer eşlere anlatılmamasını isteyerek Mariya ile bir daha ömür boyu yatmamak üzere yemin eder. Ancak, Hafsa bu olayı diğerlerine de anlatır. Bunun üzerine Hz.Muhammed verdiği yemini bozar. Tahrim Suresinin ilk 5 ayeti bu olayla ilgilidir:
1 Ey Peygamber! Allah'ın sana helal kıldığı şeyi, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek neden haramlaştırıyorsun? Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
2 Allah size, yeminlerinizi çözmeyi farz kılmıştır. Ve Allah, sizin Mevlâ'nızdır. Alîm'dir O, her şeyi bilir; Hakîm'dir O, hikmetleri sonsuzdur.
3 Hani, Peygamber, eşlerinden birine bir sözü gizlice söylemişti. Sonra eşi bu sözü duyurup Allah da onu Peygamber'e bildirince, Peygamber sözün bir kısmını açıklamış, bir kısmından vazgeçmişti. Peygamber, sözü eşine bildirdiğinde o: "Bunu sana kim haber verdi?" demişti. Peygamber de: "O her şeyi bilen, her şeyden haberi olan bana bildirdi." diye cevaplamıştı.
4 Eğer ikiniz, ey hanımlar, Allah'a tövbe ederseniz ne iyi, çünkü kalpleriniz kaydı; yok eğer Peygamber'e karşı dayanışmaya girerseniz hiç kuşkusuz bizzat Allah, onun destekçisidir. Cebrail'le iman sahiplerinin iyilik severleri/ barışçıları da. Bütün bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar.
5 O sizi boşarsa, kim bilir belki de Rabbi ona sizin yerinize sizden daha hayırlı eşler nasip eder: Allah'a teslim olan, iman sahibi, gönülden bağlı, tövbe etmesini seven, ibadete düşkün, yolculuk edebilen dullar ve bâkireler.( Burada araya girip bir kaç kelam edeceğim. Hz. Muhammed ne zaman zor durumda kalsa - özellikle eşleri ile ilgili münasebetlerinde - akabinde hemen bir ayet iniyor ve kadınlara karşı bu ayet koz olarak kullanılıyor, eh bal tutan * parmağını yalar sözü buradan geliyor sanırım )
* Balla ilgili kısmı en altta bilahare inceleyeceğiz.
Devam edelim ; Aslında, Muhammed'in cariyeleri ile yatamaması gibi bir kural yoktur. Zaten, Ahzab 51. Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. diyerek Muhammed'e kadınları istediği gibi kullanma konusunda her türlü yetkiyi vermektedir. Burada söz konusu olan muhtemelen, Muhammed'in , Hafsa'yı babasının yanına göndererek Mariya'yı Hafsa'nın sırasına koyması ve onun yatağını kullanmış olmasıdır. Ancak her durumda, Muhammed'in insanları istediği gibi güdebilmesine örnek olarak, Allah'dan geldi diyerek gösterdiğii Tahrim / 5. ayet oldukça ilginçtir. Bu açıkça yapılmış tehdittir, sizi boşarsa sizden daha iyilerini bulabilir ona göre haaa diyerek , aba altından sopa göstermektir.
* Gelelim bal tutma olayına , kimi sunni tefsirciler konunun yukarıda anlatılmış şekliyle cereyan ettiğini bildiği halde , alakasız hikayelerle açıkları kapatmaya gayret etmişsede , yaptığı açıklamalar ile surenin ilk ayetine ve beşinci ayetine çelişik durumda olmasına engel olamamıştır. İşte süleyman hocanın konuyla ilgili yazısı :Tahrim: harâm kılmak demektir. Hz. Peygamber'in, bazı yiyecekleri veya eylemi kendisine harâm kıldığını anlattığı için sûreye bu ad verilmiştir. 12 âyet olan bu sûre, Medine'de, Hucurât Sûresinden sonra inmiştir. Mushafta 66, inişte 106. sûredir. Hz. Peygamber, zevcelerinden birinin evinde bal şerbeti içmiş ve bu yüzden onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bu durumu kıskanan iki zevcesi, aralarında kararlaştırıp Peygamber yanlarına vardığında, kendisinden meğâfir kokusu geldiğini söylediler. Meğâfir kötü kokan bir ağacın reçinesiydi. Kötü kokudan hoşlanmayan Hz. Peygamber, meğâfir yemediğini söyledi "Demek ki balı yapan arı meğâfir yalamış" dedi ve bir daha bal şerbeti içmemeğe and içti. Bu sûrenin, bu münâsebetle indiği rivâyet edilir. Bu tahrim olayının, asıl başka bir nedeni de vardır ki ayrıntı için Tefsirimize bakılmalıdır.
Merak edenler olacaktır elbetteki , surenin devamı aşağıdadır , özellikle verilen eş örnekler ne kadar dikkat çekici, kendinizi bir an için hafsa ve ayşe yerine koyun.
6 Ey iman sahipleri! Kendilerinizi ve ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, yakıtı insanlarla taşlardır. O ateşin başında çok katı, çok sert melekler vardır. Onlar, kendilerine emir verdiği konuda Allah'a isyan etmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar.
7 Ey küfre sapanlar! Özür dilemeyin bugün! Çünkü siz yapıp ettiklerinizin karşılığı olarak cezalandırılıyorsunuz.
8 Ey iman edenler! Etkili öğüt veren bir tövbe ile Allah'a yönelin. Umulur ki Rabbiniz, çirkinliklerinizi ve günahlarınızı örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte inananları utandırmayacaktır. Onların ışığı önlerinden ve sağ yanlarından koşup gelir. Şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Işığımızı tamamla ve bizi bağışla! Sen her şeye Kadîr'sin, her şeye gücün yeter."
9 Ey Peygamber! Küfre sapanlarla ve münafıklarla mücadele et ve onlara karşı sert davran! Varacakları yer cehennemdir onların. Ne kötü dönüş yeridir o!
10 Allah, küfre sapanlarla ilgili olarak Nûh'un karısı ile Lût'un karısını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki barışçı kulun nikâhı altında idiler, onlara hıyanet ettiler de eşleri, Allah'tan onlara gelecek olanı hiçbir şeyle geri çeviremediler. Şöyle dendi onlara: "Girin ateşe diğer gireceklerle birlikte!"
11 Allah, iman edenlerle ilgili olarak da Firavun'un karısını örnek verdi. Hani, o şöyle demişti: "Ey Rabbim! Benim için katında, cennette bir barınak yap; beni, Firavun'dan, onun yapıp ettiğinden kurtar; beni zulme sapmış topluluktan da kurtar."
12 Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. Ve o, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi de içten bağlananlardan oldu.
Sevgiler...
Hz.Muhammed, eşlerinden Hafsa'yı bir geceliğine babası Ömer'in evine gönderir. Hafsa gittikten sonra, cariyesi Mariya'yı alır ve Hafsa'nın odasına götürür ve orada Mariya ile yatar. Ancak, normalde babasının evinde kalması gereken Hafsa eve erken döner ve Hz.Muhammed'i, kendi yatağında Mariya ile yatarken bulur. Bu duruma çok kızan Hafsa, olayı hemen Ayşe'ye anlatır. Ayşe, Hafsa ile birlik olup hz.Muhammed'e karşı çok sert tepki gösterirler. Hz.Muhammed bu tepkiden kurtulmak için, konunun diğer eşlere anlatılmamasını isteyerek Mariya ile bir daha ömür boyu yatmamak üzere yemin eder. Ancak, Hafsa bu olayı diğerlerine de anlatır. Bunun üzerine Hz.Muhammed verdiği yemini bozar. Tahrim Suresinin ilk 5 ayeti bu olayla ilgilidir:
1 Ey Peygamber! Allah'ın sana helal kıldığı şeyi, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek neden haramlaştırıyorsun? Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
2 Allah size, yeminlerinizi çözmeyi farz kılmıştır. Ve Allah, sizin Mevlâ'nızdır. Alîm'dir O, her şeyi bilir; Hakîm'dir O, hikmetleri sonsuzdur.
3 Hani, Peygamber, eşlerinden birine bir sözü gizlice söylemişti. Sonra eşi bu sözü duyurup Allah da onu Peygamber'e bildirince, Peygamber sözün bir kısmını açıklamış, bir kısmından vazgeçmişti. Peygamber, sözü eşine bildirdiğinde o: "Bunu sana kim haber verdi?" demişti. Peygamber de: "O her şeyi bilen, her şeyden haberi olan bana bildirdi." diye cevaplamıştı.
4 Eğer ikiniz, ey hanımlar, Allah'a tövbe ederseniz ne iyi, çünkü kalpleriniz kaydı; yok eğer Peygamber'e karşı dayanışmaya girerseniz hiç kuşkusuz bizzat Allah, onun destekçisidir. Cebrail'le iman sahiplerinin iyilik severleri/ barışçıları da. Bütün bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar.
5 O sizi boşarsa, kim bilir belki de Rabbi ona sizin yerinize sizden daha hayırlı eşler nasip eder: Allah'a teslim olan, iman sahibi, gönülden bağlı, tövbe etmesini seven, ibadete düşkün, yolculuk edebilen dullar ve bâkireler.( Burada araya girip bir kaç kelam edeceğim. Hz. Muhammed ne zaman zor durumda kalsa - özellikle eşleri ile ilgili münasebetlerinde - akabinde hemen bir ayet iniyor ve kadınlara karşı bu ayet koz olarak kullanılıyor, eh bal tutan * parmağını yalar sözü buradan geliyor sanırım )
* Balla ilgili kısmı en altta bilahare inceleyeceğiz.
Devam edelim ; Aslında, Muhammed'in cariyeleri ile yatamaması gibi bir kural yoktur. Zaten, Ahzab 51. Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. diyerek Muhammed'e kadınları istediği gibi kullanma konusunda her türlü yetkiyi vermektedir. Burada söz konusu olan muhtemelen, Muhammed'in , Hafsa'yı babasının yanına göndererek Mariya'yı Hafsa'nın sırasına koyması ve onun yatağını kullanmış olmasıdır. Ancak her durumda, Muhammed'in insanları istediği gibi güdebilmesine örnek olarak, Allah'dan geldi diyerek gösterdiğii Tahrim / 5. ayet oldukça ilginçtir. Bu açıkça yapılmış tehdittir, sizi boşarsa sizden daha iyilerini bulabilir ona göre haaa diyerek , aba altından sopa göstermektir.
* Gelelim bal tutma olayına , kimi sunni tefsirciler konunun yukarıda anlatılmış şekliyle cereyan ettiğini bildiği halde , alakasız hikayelerle açıkları kapatmaya gayret etmişsede , yaptığı açıklamalar ile surenin ilk ayetine ve beşinci ayetine çelişik durumda olmasına engel olamamıştır. İşte süleyman hocanın konuyla ilgili yazısı :Tahrim: harâm kılmak demektir. Hz. Peygamber'in, bazı yiyecekleri veya eylemi kendisine harâm kıldığını anlattığı için sûreye bu ad verilmiştir. 12 âyet olan bu sûre, Medine'de, Hucurât Sûresinden sonra inmiştir. Mushafta 66, inişte 106. sûredir. Hz. Peygamber, zevcelerinden birinin evinde bal şerbeti içmiş ve bu yüzden onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bu durumu kıskanan iki zevcesi, aralarında kararlaştırıp Peygamber yanlarına vardığında, kendisinden meğâfir kokusu geldiğini söylediler. Meğâfir kötü kokan bir ağacın reçinesiydi. Kötü kokudan hoşlanmayan Hz. Peygamber, meğâfir yemediğini söyledi "Demek ki balı yapan arı meğâfir yalamış" dedi ve bir daha bal şerbeti içmemeğe and içti. Bu sûrenin, bu münâsebetle indiği rivâyet edilir. Bu tahrim olayının, asıl başka bir nedeni de vardır ki ayrıntı için Tefsirimize bakılmalıdır.
Merak edenler olacaktır elbetteki , surenin devamı aşağıdadır , özellikle verilen eş örnekler ne kadar dikkat çekici, kendinizi bir an için hafsa ve ayşe yerine koyun.
6 Ey iman sahipleri! Kendilerinizi ve ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, yakıtı insanlarla taşlardır. O ateşin başında çok katı, çok sert melekler vardır. Onlar, kendilerine emir verdiği konuda Allah'a isyan etmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar.
7 Ey küfre sapanlar! Özür dilemeyin bugün! Çünkü siz yapıp ettiklerinizin karşılığı olarak cezalandırılıyorsunuz.
8 Ey iman edenler! Etkili öğüt veren bir tövbe ile Allah'a yönelin. Umulur ki Rabbiniz, çirkinliklerinizi ve günahlarınızı örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte inananları utandırmayacaktır. Onların ışığı önlerinden ve sağ yanlarından koşup gelir. Şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Işığımızı tamamla ve bizi bağışla! Sen her şeye Kadîr'sin, her şeye gücün yeter."
9 Ey Peygamber! Küfre sapanlarla ve münafıklarla mücadele et ve onlara karşı sert davran! Varacakları yer cehennemdir onların. Ne kötü dönüş yeridir o!
10 Allah, küfre sapanlarla ilgili olarak Nûh'un karısı ile Lût'un karısını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki barışçı kulun nikâhı altında idiler, onlara hıyanet ettiler de eşleri, Allah'tan onlara gelecek olanı hiçbir şeyle geri çeviremediler. Şöyle dendi onlara: "Girin ateşe diğer gireceklerle birlikte!"
11 Allah, iman edenlerle ilgili olarak da Firavun'un karısını örnek verdi. Hani, o şöyle demişti: "Ey Rabbim! Benim için katında, cennette bir barınak yap; beni, Firavun'dan, onun yapıp ettiğinden kurtar; beni zulme sapmış topluluktan da kurtar."
12 Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. Ve o, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi de içten bağlananlardan oldu.
Sevgiler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)