Osmanlı Mezar Taşlarının Dili

Başta İstanbul olmak üzere, caddeleri ve sokakları ile hâlâ Osmanlı kokan hangi şehre uğrasanız, yolların kıyılarında irili ufaklı kavukları ile sizden dua bekler gibi duran mezar taşlarına sahip uçsuz bucaksız Mezarlıklar görürsünüz. Günümüzde olduğu gibi şehrin dışarılarında değildir bu mezarlıklar. Bilakis şehir ile iç içedirler. Hatta birçok yabancı gezgini şaşırtan haliyle şehrin en güzel yerlerine kurulmuşlardır.

Eyüp Mezarlığı
.
.

Ünlü Fransız yazar ve gezgin Gerard de Nerval, defalarca geldiği İstanbul'da, Mezarlıklar hakkında bakın neler söylüyor:"Boğazda son derece güzel ve serin bir yerdeyiz. Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe gerek yok sanırım. İstanbul'un bütün güzel yerleri, gezilecek ve zevk alınacak sahaları mezarlıklardır. Bakıyorsunuz yüksek ağaçların arasında, şuradan buradan güneş ışınlarının sızıp renklendirdiği, sıra sıra beyaz hayaletler var. Bunlar bir insan yüksekliğinde, mermerden yapılmış mezartaşlarıdır. Başları sarıklı, üzerleri yazılı mezar taşlarıdır. Sarığın biçimi, ölünün hayattayken işgal ettiği mevkii, sosyal seviyesini veya mezarın yapılış tarihini belli ediyor. Bazı mezartaşlarının başları koparılmış. Bu koparılmış olanların çoğu yeniçeri mezarlarına ait (II. Mahmud döneminde hal edilmeleri üzerine). Kadınların mezarlarında da sütun taşlar var. Fakat bunlarda baş yerinde gül veya demet şeklinde bir süs bulunuyor. Kabartma veya oyma şeklinde çiçeklerle süslenmişler."Osmanlı Mezarlıkları, her bakanın rahatlıkla görebileceği konumlarıyla, çevrelerinde yaşayan tüm insanlara bu dünyanın geçiciliğini, kalınacak asıl yurdun buralar olmadığını fısıldamaktadırlar. Osmanlı toplumunda hayat ölümle o kadar iç içedir ki, kişiler evlerinin önlerindeki bahçelerine, yada her gün gittikleri camilerinin bir köşesine bile gömülebilmektedirler. Bugün İstanbul Karacahmet, Eyüp yada Edirnekapı Mezarlıkları'nın etrafındaki tüm duvarlar 1950 lerden sonra örülmüştür. Normalde hiçbir Osmanlı mezarlığını çevreleyen duvar yoktur. Herkes rahatlıkla bu mezarlıkların aralarından geçebilmekte, yolunu mezarlık aralarından geçirerek kısaltabilmekte, hatta özellikle bayanlar, çocukları ve komşuları ile hazırlık yapıp bir mezarlık alanında bir ikindi sohbeti yapabilmekteydiler.



Karacaehmet Mezarlığı

.

.

Tüm bunlarla Osmanlı insanının amaçladığı şey, dünyanın bu en güzel öğüdünü hep gözlerinin önünde tutmak ve öldükten sonra da yaşayan ve kendilerine dua edebilecek insanlara kendilerini daha iyi gösterebilmektir. Bu nedenledir ki, Osmanlı Mezarlıklarında mezar taşı yazıları çoğunlukla yolun geçtiği tarafa bakmaktadır. Karacaahmet Mezarlığında çokça göreceğimiz şekilde, eğer bir kişi kendisine, mezarlığın yol kenarına bakan kısmında bir mezar bulamazsa, mezar taşının bir numunesini mezarı içeride olduğu halde yol kenarına diktirebiliyordu. Böylece yoldan geçenler bu mezar taşlarını okuyabilecek ve bu kişilere ismen duada bulunabileceklerdi.
Osmanlı Mezar taşları o kadar özellikli ve sanatlıdır ki, bu mezarlıkları birer açık hava müzesi olarak görebiliriz. Gerard de Nerval'in az önce yukarıda da belirttiği gibi, Osmanlı Mezar Taşlarının başlarındaki serpuşlarından, üzerlerindeki desenlere kadar birçok işaret o mezarlarda yatanlar hakkında bizlere bilgiler vermektedir.
Bir kere eğer bir mezar taşının başında bir başlık varsa bu mezar muhakkak bir erkeğe aittir. Hanım mezar taşları ise, bir kadının incelik ve letafetini en güzel şekilde ortaya koyan şeyler, yani çiçekler, buketler ve bahar dalları ile süslüdür. Osmanlı Hanımları günlük hayatlarında saçlarına hotoz taktıkları için, hotoz başlı mezar taşları da görmek mümkündür. Hatta bu hotozun altında hanımların alınlarına yada boyunlarına taktıkları altın sıralı kolye ve alınlıklar aynen mezar taşlarına da işlenmiştir.
Günümüzde bir bayan, evlenmeden önce öldüğünde nasıl tabutunun üzerine duvak konuluyorsa, Osmanlı'da da, bu tarz muradına eremeden genç yaşta ölen bayanların mezar taşları duvak şeklinde yapılmakta, hatta bu mezarların ayak taşına da kırılmış bir gül goncası işlenmektedir. Bazı hanım mezar taşlarında da yıldız şeklinde bir arma bulunmaktadır.

Kırılmış gül detaylı mezar taşı

.

.

Hanım mezar taşları bu şekilde gruplandırılırken, erkek mezar taşları ise daha çeşitlidir. Çünkü erkek mezar taşlarında bulunan başlıklar, mezar sahibinin meslek ve meşrebine göre şekillenmektedirler. Osmanlı Mezarlıklarını gezdiğimizde gördüğümüz mezar taşı başlıklarını kendi içlerinde en sade şekliyle; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dörde ayırabiliriz. Osmanlı erken dönem mezar taşlarında, sarık sarılan başlık hemen hiç görülmezdi. Bu tarz serpuşlara sarıklı mezar taşları diyoruz. Bunların en erken örneklerinden olan Kalın ve yukarıdan aşağıya dilimli sarıklarda, içerideki başlığın sivri tepesi az da olsa görülürdü. Daha çok 16.yy civarında kullanılan bu sarık çeşidini, Eyüp Semtinde Sokullu Mehmet Paşa türbesinde ki birçok mezar taşında görmek mümkündür.

Sokullu türbesinden bir kavuk

.

.

Mezar taşlarındaki sarıkların bir başka çeşidi ise, Çapraz Dilimli Sarıklardır. Minyatürlerde Çelebi Mehmet ve Fatih'in de giydiğini gördüğümüz bu çeşitteki sarık, kalın ve ensiz bir şekilde sarılmaktadır. Sarıklı Mezar taşlarının son örneği olan Kafes Dilimli Sarıklarda ise içerideki başlık daha çok görülmektedir. Bu başlıklarda alttan itibaren yarısına kadar sarık kumaşı kafes oluşturacak şekilde çapraz olarak sarılmakta ve bu tarz sarıkları daha çok Müderrisler ve defter emini vb. görevliler giymektedirler.
Osmanlı Mezarlıklarında 17.yy sonrasında daha çok gördüğümüz diğer bir başlık çeşidi ise Kavuklardır. Normal hayatta dış yüzü çuhadan olan ve içi bez astar ile kaplı olup, arasına pamuk tepilen bu başlıkların üzerlerine, farklı desenler oluşturacak şekilde dikim yapılmaktadır. Kavukları sarıklardan ayıran yegane özellik, sarığın sarıldığı iç başlığın büyük bir kısmının görülebiliyor olmasıdır. Bu nedenle de bu iç başlık bir hayli süslü olarak hazırlanmaktadır.
Osmanlı Kavuklu mezar taşlarının tipik örneklerinden biri Çubuk Başlıklı olanlardır. İçeride bulunan başlıkta yukarıdan aşağıya doğru kalın çizgiler bulunan bu türü daha çok orta dereceli memurlar giymekteydi. Bu örneğin bir diğer çeşidinde ise içerideki başlık baklava dilimlerine sahiptir.
Osmanlı Kavuklu mezar taşlarında sarıkları yanlardan şişkinlik yapacak derecede olan bir tür vardır ki bu tarz kavukları daha çok saraylılar tercih ediyorlardı. Bunlarda kendi içlerinde Çubuk Başlıklı ve Kafes Dilimli Kavuklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. Özellikle Surname adlı eser incelendiğinde birçok görevlinin bu tarz başlıklar taktıkları görülecektir.

Kafesli ve çubuklu bombeli destar

.

.


Mezarlıklarda görülen en görkemli kavuk türü ise Kallavi Kavuk dediğimiz büyük boyutlu, aşağıdan yukarıya doğru daralan türdür. Kallavi Kavuklar, Osmanlı Yönetiminde Sadrazam, Kubbealtı verzirleri ve Kaptan-ı Deryalar tarafından kullanılmaktaydı. İstanbul Vezneciler'de, Şehzadebaşı Cami yanında, kendi yaptırdığı Dar'ül Hadis'in haziresinde yatan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın mezar taşı buna örnek olarak gösterilebilir.
Yazımızın başında, mezar taşlarındaki başlıkların, kişilerin meslekleri yanında meşrepleri hakkında da bilgi verebileceklerini söylemiştik. Osmanlı toplumunda insanlar inançlarına göre de farklı başlıklar giyebiliyorlardı. Bir tekkede yada zaviyede görevli olan kişi bağlı bulunduğu yola göre bir başlığı giyerken, farklı bir işle uğraştığı halde meşrep olarak bir yola bağlı olanlar da arzularına göre bu durumlarını mezar taşlarında belirtebiliyorlardı. Mesela Mevleviler, uzun Mevlevi külahları giyerler, mezar taşlarına da bu bu tarz başlık şekilleri verilirdi. İstanbul'daki çeşitli Mevlevihanelerde Mevlevi külahlı yüzlerce mezar taşı görülebilmektedir.

Mevlevi başlıklı mezartaşı

.

.


Mevleviliğe bağlı olduğu halde başka bir mesleğe sahip kişiler ise mezar taşlarında mesleği ile ilgili bir başlık taşırken, taşın karnına bir Mevlevi sikkesi kazıtabiliyorlardı.


Mevlevi sikkeli mezartaşı

.

.


Birçok tarikatın bu mânâda özel işaretleri vardı. Mesela Nakşibendilerin mezar taşlarında, Nakşi yıldızı denilen süslemeyi çokça görmek mümkündür. Süleymaniye' de ki Nakşi Mezartaşları bunların en güzel örneklerindendir. Bazı yollarda vardı ki, kendilerini toplum içinde çok belli etmezler, diğer tarikatlar içinde yaşarlardı. Bunların en meşhurlarından biride Melamilerdi. Onları en iyi tanıyabileceğiniz yer muhakkak mezar taşlarıydı. Bir Melami, kendisine "başsız ayaksız" der ve mezar taşında kesin likle bir başlık bulunmaz, aksine mezar taşının köşeleri kesik olurdu.

Bir Melami mezar taşı

.

.



Osmanlı mezar taşlarında en çok görülen başlık türü şüphesiz festir. Kuzey Afrika'da bir hayli yaygın olan fes, 2.Mahmud'un giyimde yenileşmeye gitmesi üzerine Osmanlı halkı ve ordusu tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönem sonrasın da da , mezarlıklarda fesli mezar taşları görülmeye başlanmıştır. Bu taşlar kendi aralarında dört çeşit olarak ele alınabilir.
Fesli mezar taşlarının en büyük ve görkemlileri Fesin Osmanlı toplumunda kullanılmaya başlandığı 2.Mahmud döneminde kullanılan feslerdir ki biz bu feslere, en yaygın olarak kullanıldığı bu döneminden dolayı Mahmudi Fes diyoruz. Bu feslerin üst kısımları alt kısımlarından daha geniş idi. Alışılmış fes tarzının dışında olarak birden fazla yerinden püskül sarkabiliyordu. Hatta bizzat 2.Mahmud'un, her yerinden püskül sarkan fes kullandığını biliyoruz. Hatta, feslerdeki püskül sayısı fazla olunca çevrede püskül tarayan çocuklar ortaya çıkmıştı. Bu ilk kullanılan fesler sadece kırmızı değil, mavi renkte olabiliyorlardı.
2.Mahmud'un küçük oğlu Sultan Abdülaziz döneminde, üst kısmı gayet dar ve basık, daha kısa fesler ortaya çıktı. Bizzat padişahta bu tarz fesi kullanınca dönemin modası haline geldi. Bu şekildeki feslere Azizi fes diyoruz.

Sultan 2.Abdülhamid ise yine toplum içinde uzun yıllardır kullanılan, üst kısmı alt kısmından daha dar, fakat Azizi fese göre bir hayli yüksek olan bir diğer fes çeşidini kullanmış ve bu tür, Hamidi Fes adını almıştır.
Feslerin son bir çeşidi ise üzerlerine yine sarık kumaşı sarılan ve daha çok cami hocaları ve dervişlerin tercih ettiği tarzdır. Bugün de camilerimizdeki imamlar ibadet esnasında bu tarz başlıklar giymektedirler.
Osmanlı mezar taşlarını incelerken bizi fazlasıyla şaşırtacak kadar ilginç başlıklar da görmek mümkündür. Bunlardan en meşhuru Lahana başlı mezar taşlarıdır. Evet bu mezar taşlarının başlarında ve ayak taşlarında kocaman birer lahana bulunmaktadır. Çünkü burada yatan kişi, Osmanlı'nın en meşhur takımlarından Lahanacıların ya bir üyesi yada üyesinin yakınıdır. Lahana'nın ünü Çelebi Mehmet dönemine kadar gitmektedir. Amasya'da sançak beyliği yapan padişah, yıllar sonra Amasyalı bir gurup ile Merzifonlu bir gurubun aralarında gerçekleşen cirit oyununu izlemektedir. Amasya'lılar lahanaları meşhur olduğu için takımlarına Lahanacı, Merzifonlular'da bamyaları meşhur olduğu için kendilerine Bamyacı adını takmışlardır. Bu oyun ile meşhur olan bu iki takımın adları unutulmaz ve yüzyıllarca Osmanlı'nın sportif faaliyetlerinde takımlar bamyacı ve lahanacı adlarını alırlar. Bu takımlara ait kişiler öldüklerinde de takımlarının amblemlerini mezar taşlarının başlarına koydurmayı adet haline getirmişlerdir.


Bir "lahana" başlı mezar taşı

.

.


Osmanlı mezar taşlarına ait özellikler anlatmakla bitmez. Bir mezarda yatan kişinin mesleğini, başlığı yanında, taşın üzerindeki bir takım işaretlerden de anlamak mümkündür. Meselâ bir denizci mezar taşında çapa, hatta gemi direği ve yelken bezi bir kâtibinkinde hokka ve kalem görebilirsiniz.
Çok ilginç bir mezar taşı türü de üzerleri yazısız taşlardır. Herkes yaşayanlar tarafından görülmek ve dua almak için neler neler yaparken, mezar taşlarına yazı bile yazdırmayan bu kişiler, toplumun pek sevmediği bir meslek gurubundandırlar. Onlar suçlulara ölüm cezasını uygulayan cellatlardır. Her ne kadar yargı kararına göre görevlerini yapsalar da, ileride birileri tarafından bedduaya uğramamak için mezar taşlarına isimlerini yazdırmamışlardır.
Mezar taşları ile ilgili son bir ayrıntı ise taş yapıldığı dönemde kendisine nakşedilen bir özellik değil, taşa sonradan verilen bir şekil ile ilgilidir. Osmanlı mezarlıklarında bazı mezar taşlarının başları kırıktır. Bu tarz mezar taşlarının çoğunluğu Yeniçeri mezarlarıdır. 3.Murad döneminden sonra bozulmaya başlayan Yeniçeri ocağı 2.Mahmud döneminde Vakay-ı Hayriye ile kaldırılmış ve bu sırada şehirde Yeniçerileri hatırlatan ne varsa tahrip edilmiştir. Bu tahripten Yeniçeri mezar taşları da nasiplerini almış ve hemen hepsinin başları kırılmıştır. Bugün İstanbul'da, Yeniçerilere ait mezar taşı görebileceğiniz çok az yer vardır. Bunlardan biride Üsküdar'da ki Ayazma Cami'nin bahçesidir.


Bir "yeniçeri" mezar taşı

.

.




Anlatılan birçok örnekte görüldüğü üzere Osmanlılar, toplumun hemen her kolunda olduğu gibi mezar taşları hakkında da kılı kırk yaran bir sanat örneği göstermişler ve dünyanın bu alanda şahit olmadığı şaheserleri ortaya koymuşlardır. Sanıyoruz bu bilgilerden sonra, tarih içinde gayri Müslimlerin, sadece Osmanlı mezarlıklarını görerek nasıl hidayete erdiklerini, birilerinin; kılıç kullanmaktan başka bir şey bilmezlerdi diyerek karalamaya çalıştığı bu sanatkâr insanları ve dünyaya adalet dağıtan bir devletin ölüme ve öbür dünyaya nasıl baktığını daha iyi anlayabiliriz.

Cellat Mezarlıkları

Osmanlı’da halk, İslam dininin adam öldürmeyi yasaklaması, can alan bu kişilere toplum tarafından hoş bakılmaması nedeniyle, bir çok insani duygu ve özelliklerden yoksun olan, acıma, merhamet, sevgi hisleri bulunmayan bu insanları mezarlıklarına almamış, kendi aralarına gömülmelerini istememiştir. "Cellat" mezarları ayrı bir yerde bulunur ve ahalinin defnedildiği mezarlıklara gömülmezlerdi.Tarihçi Reşat Ekrem Koçu:” Toplum, din ve ahlak anlayışımızın en güzel örneklerinden biri olarak, cana kıyan, kesen veya boğan celladın ölüsünü halkın, mezarlıklarına kabul etmemesi son derece takdire şayandır.” demiştir. Bu nedenle, Osmanlı cellatlar için İstanbul’un en ücra yerinde mezarlık yapmış ve cellatlar halktan ayrı olarak buraya gömülmüştür.Bunlardan bir tanesi, Eyüp sırtlarında mezarlığın bittiği yerden daha ötelerde Karyağdı bayırı yada yeni adı ile Karlıtepe denilen bölgeye yakın yerler buraları istanbulda ilk kar alan ve en son kar kalkan yerlerdir ve oldukça da soğuktur o zamanlar buralarda mukim kimseler yokmuş mezarlığın en uç noktaları oluyormuş tabi yerleşim alanlarıda bu kadar sık değilmiş tabiki.Daha sonraları bölge süratle yerleşim alanlarına açıldığından mezarlık tan geriye pek bişey kalmamış kalan 5 – 10 mezar taşını da kaybolmasın diye eyüp sultan camii ile pierloti kahvesi arasında uzanan yolun üst kısımlarına muhtelif yerlere muhtelif aralıklarla dikmişler bazıları toprakla nerdeyse aynı seviyede yakında bunlarda yavaş yavaş kaybolup gider.Cellat mezar taşları üzerinde beddua edilmesini engellemek için herhangi bir bilgiye de rastlanmazdı, taşların üzerinde isim, doğum tarihi, ölüm tarihi gibi hiçbir yazı ve işaret yoktur. Küfeki taşından olup,Toprak üstünde kalan kısımları 50 cm den başlayıp1,90 cm’ye kadar varan yükseklikte 40-50 cm. genişliğinde dikdörtgen şeklindedir. Birçok insan bu taşların bu mezarlıkta ne aradığını, niye dikildiklerini bilmez, ama normal mezar taşları ile yan yana öylece dururlar. (1)SADAKA TAŞLARI CELLAT MEZARLIĞINDA:Toplumsal yardımlaşma ruhunu iyi kavrayan atalarımız, yaptıkları hayırın içine riya ve kibirlenme girer iyilik yapılan kimseler de kendilerini ezik hissederler günahta gizlidir, sevap da anlayışından yola çıkarak hassas davranmışlardır.Yardımlaşmayı, yardım alanın eziklik hissetmemesi için belirli yerlerde sadaka taşları dikerek yapmışlardır bazen. kalanını kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı geri kor ve meçhul sadakacıya içinin memnunluğunu kalbinden ulaştırır ve dönermiş. Düşünüyorum: Biz ne necip ne yüksek duygulu bir milletmişiz?" Sadaka taşları Türk milletinin bir sevgi, bir asalet ve fazilet taşıdır. Osmanlı bir insana saygı medeniyeti kurmuştu, paylaşmayı çeşitli kurumlarla yaygın hale getirmişti. Külliyeler, imaretler, hanlar, hamamlar, şifahaneler, ve sadaka taşları hep insan içindi, komşusu aç olan tok yatmazdı, bu yetmezmiş gibi hayvanlara da bir sevgi vardı, sokak hayvanlarına barınak, kuş evleri, sulaklar, yalaklar, çeşmeler hayvanların da su içebilmesi için yerler yapılırdı. Prof..Dr Hasan Özönder ise özetle "Türk Mahallelerinde Sadaka Taşlarının Önemi" adlı makalesinde : " Türk milleti İslam dinini özümleyişi ile ulaştığı sentezle insanısaygı ve sevgi odağı haline getirmiştir. Bunun en güzel örneklerinden biri fakir ve muhtaçların haleti ruhiyelerine verilen değer idi.Onur ve vakarından dolayı fakirliğini gizleyenler ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için ince ve farklı yardım yolları bulmuşlardır. Onlara muhtaç olmanın ezikliğini yaşatmama ,gönüllerini kırmamak için gayet zarif yardım şekilleri geliştirmişlerdir, böylece alan utanmaktan, verende gurur ve riyadan korunmuştur İşte bu takdire layık yardımlaşmadan biri SADAKA TAŞLARI dır..Sadaka Taşları farklı boylarda olmakla beraber genellikle beyaz renkli taştan silindir ve dört köşe şeklinde, bir kısmı ise havuz, kovuk, ve yatay bazen de oyuklar şeklinde olurdu. Gelenler elini sokar bırakır, alanlar elini sokar alırdı. Silindir ve dört köşe taşlar toprağa dikine gömülürdü, 60-90-140 ve 2 metre boylarında olanları vardı, tepeleri dikdörtgen veya taşına göre yuvarlak 10-15 cm. derinlikte oyuktu yardımlar bu oyuğa konulurdu. Yüksek taşların önünde uzanabilmek için basamak taşları vardı. 17nci yüzyılda bir Fransız seyyah bu taşların başına bir hafta kimsenin bırakılan yardımları almak için uğramadığını yazmıştır. Bulunduğu yerler, görülen lüzum ve ihtiyaca göre değişik yerlere yapılmışlardır, genelde gözden ve kalabalıktan uzak tenha yerlere konulan bu taşlar, cami avlularında türbelerin köşelerinde, mezarlıklarda olurdu. Bir semtin fakirleri için konulmuş bağışlara diğer bir semtin fakirleri dokunmazlardı, ayrıca ihtiyaç sahiplerinin, taşta birikenlerden sadece ihtiyacı olan şeyleri almaları diğerlerini başka ihtiyaç sahiplerine bırakmaları takdire değerdi. Bu taşlara genelde madeni paralar bırakılırdı, paranın dışında giyim eşyası ve yiyecek de konurdu Yardımlar daha çok geceleri bırakılır ve sabaha karşı alınırdı.Sadaka taşları bugün bir kenarda unutulmuşlardır, yıllar içerisinde kullanılmadığı için özelliklerini kaybetmişlerdir, neye yaradıkları çoğu kişi tarafından bilinmemektedir, çoğu yol genişletmeleri meydan açılması park ve bahçe yapılması, kaldırım çalışmaları sonucu yerlerinden kaldırılmış ve kaybolup gitmişlerdir. Çok azı günümüze ulaşmıştır.Sadaka taşları Türk milletinin sevgi ve asalet taşları olarak hikayesi günümüze kadar gelmiştir.. sadaka taşı Eyüp, Piyer Loti, Karyağdı Bayırı'nda cellat mezarlığında cellat mezar taşlarının yanında bulunmaktadır. Bundan şu anlam çıkmaktadır. Osmanlı, cellatları kendi mezarlığına kabul etmemiş mezarlıklarını ayırmıştı.Cellatlar öldükten sonra geride kalan eş çocuklarının cellat yakınları olmaları nedeniyle toplum tarafından dışlanacaklarıve sıkıntıya düşecekleri varsayılarak cellat mezarlıklarına da bu sadaka taşlarından dikilmişti.Bu mezarlık bugün normal mezarlar tarafından istila edilmiş cellat mezarları ve sadaka taşları kaybolup gitmiştir, bunları üç saatlik bir araştırma sonucu zorla bulabildim. (2)KAYNAKLAR:(1) Ersin KALKAN - madalyon.gen.tr(2) Y.Karaduman - unyeses.net

Bilderberg Toplantıları

“Bunlar, tarihin tanıdığı en şaşırtıcı
imparatorluğun güçlü baronlarıdır.”



Bilderberg, Hollanda’nın Oosterbeek kentinde bulunan bir otelin adı. Bu oteli önemli kılan ise 1954’te bu otelde yapılan bir toplantı. O günden bugüne anılan adıyla “Bilderberg Toplantıları”na adını vermiş bu otel, herhalde ileride “kapitalizmin Kâbe’si” olmaya hak kazanacak: Eğer işler, kapitalizmin baronlarının o toplantılarda planladıkları gibi giderse.
Şimdi konumuz “planlar” değil, o Fabrika’nın bu sayısında uzunca anlatılıyor. Herhalde önümüzdeki on yıl için bir önsözdür; en azından kapitalist enternasyonal için. Kanlı bir çarpışmaya hazırlandıkları bellidir ve bu kan Doğu Asya ile Ortadoğu’da akıtılacaktır. Biz şimdi burada “baronlar”dan başlıyoruz. Konumuz güçlü baronlar ve onların adamlarıdır. Bilderberg, kuşkusuz bir “baronlar” toplantısıdır ve bizdeki adamlarının kimliği bu yıl için belli olmuştur.
Bilderberg’in bu yılki katılımcılarının Devlet Bakanı Ali Babacan, DYP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Bayar ve TESEV Vakfı’nın diplomat kökenli yöneticisi Özdem Sanberk olduğunu öğrendik. Bu sonuncu isim, örgütün Türkiye’deki ayağı açısından önemlidir, çünkü Sanberk’in toplantıya bu yıl ikinci defa katıldığı belirtiliyor. Bunun anlamı, Bilderberg örgütünün daimi Türkiye koordinatörü Selahattin Beyazıt’ın artık emekliye ayrıldığıdır. Malum dünyada artık işlerin yapılışı biçimi değişmiştir. Demek ki Sanberk, bu yeni politikanın Türkiye’deki adamı; şahindir. Güvercinleri soruyorsanız onlar 11 Eylül’ün ateşinde kızardı.
Evet basbayağı gizli bir örgütten söz ediyoruz; dışa kapalı, girmek için örgütün onayı gerek; elbette sıkı bir hiyerarşi de var. Biz gidenlerden birinin Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP’li bir bakanı olduğunu öğreniyoruz ama demek ki bakanımız aynı zamanda bir örgüt adamı. Özdem Sanberk’i bir yana bırakıyoruz; iki dinli bir yurttaşımız olup olmadığını çabuk öğreniriz. Ama diğer iki katılımcının işaret ettiği şey daha önemli. Hem Babacan hem de Bayar zaten Amerika’dan ülkemize gelmişti; orada piştikleri ve görevlerini yapmak üzere ülkemize gönderildikleri üzerine tonlarca yazı yazıldı. Demek ki Amerikalılar Bilderberg’e çağırmak için içeriden birilerini bulamıyor ya da bulmak istemiyor artık. Çok ayıp, hem gizli örgüt toplantıları yap, hem de oraya yalnızca kendi “ajanlarını” çağır. 11 Eylül’den sonra gelişen Amerikan yüzsüzlüğüne verip geçelim.
Bilderberger Mehmet Ali Bayar bir televizyon kanalında bu zamana kadar olmayan bir şeyi yaparak toplantı hakkında bazı bilgiler verdi. Verdiği bilgileri aktarmadan önce örgüt hakkında çizdiği tabloya değinmek gerek. Bayar, bunun bir kulüp toplantısı olduğunu, Davos’ta ne konuşuluyorsa bu toplantıda onların konuşulduğunu, gizliliğin ise davet edenlerle toplantıdan önce yapılan bir centilmenlik anlaşmasından kaynaklandığını, abartılmaması gerektiğini söyledi. Ancak biz 1990’ın Mayıs ayında yapılanı hatırlıyoruz; o yıl New York’a yakın bir sayfiye kasabasında olanlar basına da yansımıştı. Bir “seçkinler söyleşisi buluşması!” için olağanüstü önlemler alınmış, üç gün boyunca sayfiye kasabası güvenlik güçleri tarafından tamamen kuşatılmış, içeriye davetlilerden başka kimsenin girmesine izin verilmemişti. Gazeteciler dahil bölgeden kuş uçurtulmuyordu. Öte yandan toplantıda katılımcıların not tutmasına, her türlü yolla kayıt yapılamasına da izin yoktu. Bu toplantı hakkında her zaman olduğu gibi basına hiçbir bilgi verilmemiş, katılımcılar toplantı boyunca dışarıya çıkarılmamış ve tüm dünyayla ilişkileri kesilmişti. Gizliliği abartılmaması söylenen toplantılar işte böyle bir havada yapılıyordu.
Görüş alış verişiymiş! O yıl Harison Konferans Merkezi’nde örgütten el alanlar arasında Türkiye’den Mesut Yılmaz ve Erdal İnönü de vardı. Merak edenler bu ikilinin o tarihten sonraki maceralarına baksınlar. Kim ne olmuş, nerelere gelmiş.
Bu yılki katılımcıların farkı yükselmelerini Bilderberg’e borçlu olmamaları. Mehmet Ali Bayar cici ambalajlar içinde “sağı toplamak” için malum merkezlerden ülkemizin üzerine salınmıştı. Ancak hesap tutmadı, bir iki başarısız girişimden sonra “müthiş” polis şefi Mehmet Ağar’ın baş figüranı olarak işe koyuldu. Torpili yüksek yerdendir ve Ağar’ı çok uzun olmayan bir zaman içinde tasfiye edeceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktur.
Ali Babacan ise 35 yaşında çok önemli bir bakanlığın başına uygun görülmüştür. Biyografisinde uluslar arası para kuruluşları ile yakınlığı kayıtlıdır; artık Kemal Derviş fiyaskosunun alternatifi olduğunu çocuklar bile biliyor. Üstelik, Erbakan yetiştirmelerinin kurduğu AKP’nin bir temsilcisidir. Daha önce ayni partiden bu tür gizli örgütlerin davetlerine katılanlarla birlikte bunun ne anlama geldiğini tartışacağız.
Özetle Bilderbeg çemberinden geçenler zaten yıldızı parlak olanlar ve bir kez çember geçildikten sonra yıldız daha bir parlatılıyor. Bakmayın siz bizim Bilderberg’çilerin çoğunun düşük olduğuna. Onların hepsi yapacaklarını yaptıktan sonra düştüler. Yaptıklarının ne olduğunu anlamak için ise ülkenin düşürüldüğü hale şöyle bir bakmak yeterlidir.
Evet hep birlikte Bilderberg mağduruyuz biz; abartma değil. Türkiye’yi kimler yönetmiş diye şöyle bir bakın. Bilderbeg’çi olmayan Merkez Bankası Başkanı, Sendikacı, parlatılmış öğretim üyesi, parti başkanı var mı? Peki Bilderberg’çi olmayan başbakanımız olmuş mu hiç? Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Tansu Çiller (üst örgüt CFR’e çağırıldı, kadın olduğu için örgütün salonuna alınmadı, başka bir salonda ağırlandı), Mesut Yılmaz, Erdal İnönü hepsi bu örgütün çemberinden geçtiler. Erbakan’ın partisi şiddetli “Siyonist düşmanı” görünürken, prenslerinden Abdullah Gül, öğretim üyesi Doğu Ergil’in refakatinde Bilderberg’in üst örgütü CFR (Council of Foreign Relation)’a çağrılarak ifadesi alındı. Kasım 1996’daki o toplantıdan sonra Abdullah Gül’ün de yükselişi ivme kazandı. Sonra efendim Tayyip Erdoğan henüz kabul edilmedi ama
o da acısını Rotary Kulüp toplantısına katılıp konuşma yaparak çıkardı. Yanında Meclis Başkanımız ve şiddetli türban radikali Bülent Arınç da vardı. Erbakan hocalarının deyişiyle artık hepsi “Siyonist işbirlikçisi” olmuştur.
Bakmayın siz Ertuğrul Özkök’ün konuyu sulandırma çabalarına; bu tür örgütlerde eninde sonunda “bir Siyonist parmağı” vardı, hala var. Yoksa bu merkezlerde alınan kararlar hep İsrail’in faşist politikalarının lehine olmazdı. Önemli olan ise bu kararların bize ve bizim gibi ülkelere nasıl yansıdığıdır. İşte size Türkiye’yi son 40 yılında yöneten insanlar, işte Türkiye’nin içinde bulunduğu durum.
Şu “dinci gericiliğin” haline bir bakın; Tayyip Erdoğan Rotary’ci, Abdullah Gül CFR’ci, Ali Babacan çiçeği burnunda Bilderberg’çi. Bülent Arınç, herhalde Rotary toplantısına da türbanlı eşini götürmüştür; götürmediyse yazık olmuştur.
Bu kadar çabuk dökülmeleri kim ne derse desin şaşırtıcıdır. Şimdi önümde bir gazete kupürü var: 14.5.2003 tarihini taşıyor. ABD’nin Irak seferi sırasında izlemekten hicap duyduğum için televizyonumdan silmek zorunda kaldığım “HaberTürk” adlı “şey”in gazetesinden. Bu bir köşe yazısı, köşede yazar olarak yüzsüz bir adam var. İsminin de isim olmadığı bellidir; Uğur İpekçi imzasını taşıyor. Efendim bu “şey” Bülent Arınç’la bir söyleşi ayarlamış, aralarından biri de Arınç’a “Siz Sabatayist misiniz?” diye sormuş. Tabii Arınç sinirlenmiş. Bu yüzsüz Uğur İpekçi, yazısı boyunca Arınç’ın Sabatayist olduğunu ima ediyor. Tabii Arınç’ın Sabatayist olup olması önemli değil ama bunca zaman neyin üzerine politika yaptıklarını düşündüğümüz zaman insan biraz nahoş oluyor. Dönmelerin tutuculuğu her zaman korkunçtur. Biliyorsunuz bunların bir de “Anchorman”ı vardı; geçtiğimiz ay “İslamcı olmadığını” açıkladı. İslamcı da değilse peki nedir? Siz karar verin artık. Çinliler, birine beddua etmek için “ilginç bir dönemde yaşayasın” derlermiş! Bize hangi Çinli neden beddua etti anlamıyorum. Bu kadar olur! Koca “İslamcı hareket”imizin “sahte” çıktığına mı yanayım, bir baş örtüsü yüzünden heba olan yıllarımıza mı?
Özeti kapitalizme bir günde teslim oldular. Artık “Yahudi dinindendirler”, tanrıları paradır. “Onu da satılım, bunu da satalım, kaynak yaratalım” tarikatı olmuşlardır. Dolayısıyla “kapitalist enternasyonal”e çağrılmalarında hiçbir sakınca yoktur.
ENTERNASYONAL’İN AVRUPA ŞUBESİ
Peki ne istiyor bu Bilderberg örgütü. Açık ki Bilderberg toplantıları basit bir fikir teatisi yeri değil, görünmeyen bir iktidar odağının icra organı. İpleri asıl elinde bulunduran kuruluş ise merkezi ABD’de olan CFR. Bilderberg bu kuruluşa bağlı olarak çalışıyor. CFR’e bağlı bir örgüt daha var ki, buna “Trilateral” adı veriliyor. İlhamını masonluktan alan bu örgütler, özellikle masonluğun zayıflamasından sonra onun işlevlerini üstlenerek “bir dünya hükümetinin kurulması” için çalışıyorlar
CFR’in kuruluş tarihi taa Birinci Dünya Savaşı’na dayanıyor. Aslında bir Avrupa iç savaşı olan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yüksek finans çevreleri ile birlikte bu tür gizli cemiyetler de Avrupa’dan göçüp ABD’de üstlendiler. 1921’de banker Morgan’ın girişimiyle Council of Foreign Relations (CFR-Dış İlişkiler Konseyi) kuruldu. Kuruluşundan sonra ABD’nin tüm başkanları, seçilmeden önce CFR üyesi olmuşlardır. Dünya tarihi için önemli bir olay olan Yalta Konferansı’nda Amerikan heyeti üyelerinin dörtte üçü CFR üyesiydi. Günümüzde CFR, ABD hükümetinde, siyasette, iş yaşamında, medyada, gizli servislerde ve din alanında en önemli görevlerde bulunan 400 kişiden oluşmaktadır.
Bu ilginç örgüte mali kaynak sağlayan kuruluşların adları yan yana getirildiğinde tablo tamamlanıyor: Ford Vakfı, Carnagie Vakfı, Rockefeller Vakfı, IBM, ITT, Standart Oil. CFR hem hükümet, hem de iki büyük siyasal parti üzerinde etkili.
İşte, bizim Bilderberg, bu CFR’in Avrupa için oluşturduğu gizli bir örgütün adı. Bu sonuncusunun kuruluş tarihi ise İkinci Dünya Savaşının hemen ertesine rastlıyor. Toplantıların amacı, resmi açıklamalara göre, ulusal politikaları ve uluslar arası ilişkileri etkileyen kişilerin resmi olmayan ve kişisel bir ortamda tanışmalarını, ortak sorunlarını kendilerini sonradan bağlamayacak bir biçimde tartışabilmelerini sağlamak. Yakın bir zamanda bu toplantıların tartışma gündemleri şöyle sıralanmıştı: Gümrük duvarlarının kaldırılması, ulusal orduların sınırlandırılması ve uluslar arası bir polis gücünün oluşturulması, uluslar arası bir parlamentonun oluşturulması, BM’ye üye devletlerin egemenlik alanlarının sınırlanması. Bu maddeler, bazı çevrelerce “Bir dünya hükümetinin asgari programı” olarak da değerlendirilmişti. Bu değerlendirmede, örgüt üyelerinin “sert” açıklamalarının da payı var elbette. CFR üyesi Paul Warburg’un açıklaması bunun en bilinen örneği. Warburg Amerikan senatörlerinin önünde amaçlarını şu veciz sözlerle ifadelendirmişti: “Hoş olsun ya da olmasın bir dünya hükümetine sahip olacağız. Tek sorun, bunun fetih yoluyla mı, yoksa mutabakat yoluyla mı kurulacağını bilmek.”
“Muhtemel dünya hükümeti”nin organlarından biri de Trilateral Commisyon. Trilateral da tıpkı diğerleri gibi Amerikan kökenli bir örgüt, merkezi de orada. Bilinen adresi şöyle: 345 East 46th Street, New York. Bu örgüt bünyesinde çoğu masonluk, B’nai B’rith, Bilderberg Grubu, CFR gibi başka kuruluşlara da üye önemli kişileri barındırıyor.Üyeleri atama yoluyla devşiriliyor; tek kriter örgütün büyük dünya çevresine (mondialiste) hedefini kavramaları ve bu amaçla çalışmaya hazır olmaları. Üyelerinden hem demokrat, hem de demokrasinin yarattığı tehlikelerin bilincinde olmaları isteniyor. Şimdi bu bilincin, “demokrat olmanın” önüne geçtiği görülüyor.
Örgütün çalışma alanı Wall Street, Tokyo Borsası ve mason localarının merkezi Londra. İtalya’da ortaya çıkan “P-2 Locası-Vatikan-Gladio” skandalının arkasında da Trilateral Commisyon’un varlığı ispatlanmıştı. Trilateral’in ilk başarısı, Beyaz Saray’a o güne kadar adı sanı duyulmamış bir üyesini, Jimmy Carter’i seçtirmek olmuştu. O da seçilir seçilmez hükümete örgüt üyelerini doldurmuştu. İsmi geçenler arasında bir kısım baronların etkileri bir hükümetle sınırlanmayacak kadar derindi; Walter Mondale, Cyrus Vance, Harold Brown, Zbigniev Brzezinski, Samuel P. Huntıgton. Bu isimlere Kissinger’ıda eklediğinizde CFR-Trilateral şebekesinin gücünü anlamanız mümkündür. Elleri kolları uzundur ve çoğu bunu uluslar arası şirketlerde yaptıkları eksersizlere borçludur.
Bunların kollarının Türkiye’ye uzanmasına şaşırmamak gerek. Örneğin eski bir Nazi olduğu iddia edilen Kissinger’ın Türkiye’de öğrencileri var; en bilineni Bülent Ecevit. Ecevit aynı zamanda Bilderberg’in müdavimlerinden. 1975 yılında Türkiye’de yapılan Bilderberg toplantısı öğrencinin en parlak dönemine rastlamıştı. 25-27 Nisan günlerinde Çeşme Altınyunus Oteli’nde yapılan toplantıyı Milliyet gazetesinde Örsan Öymen şöyle anlatmıştı:
“Şu Bilderberg toplantısından söz etmek istiyorum. Dünyanın kaderiyle dolaylı dolaysız ilgili olan ünlüler... Sermaye çevreleri... Petrol tröstlerinin hissedarları... danışmanlar ve gene dünyanın önemli kamuoyunu oluşturan yayın organlarının büyükleri...
Altınyunus Oteli’nde bir araya geliyorlar. Muhterem refikalarından ayrı, büyük bir ‘gizlilik havası’ basarak. Ve bir maça hazırlanan futbol takımının ‘kamp hayatı’ görünümü içinde. Avrupa’nın, Amerika’nın, Yakın Doğu’nun siyasal gelişmeleri konusunda kulis yaparak. Kimi diyor ki bu bir ‘Farmason’ örgütüdür. Bir başkası Shell şirketinin en büyük hissedarı Prens Bernhard ve Amerika’nın iki büyük bankasının sahibi David Rockfeller’ın öncülüğünü öne sürüyor ve ‘Büyük Sermaye Locası’ sıfatını yakıştırıyor, Bilderberg’çilere...
Ve bütün bu savların ardından sorular soruluyor:-Ecevit’in ne işi var büyük sermaye yanında?”
O günün gazeteleri ise Çeşme’deki Bilderberg toplantısına Ecevit’in büyük sermaye çekincesi yerine Rahşan Hanım çekincesi koyduğunu yazıyor; masonik kökeni nedeniyle kadınların alınmadığı toplantıya Rahşan Hanım’la birlikte katılmak için direniyor. Bilderberg’in “kadınsız toplantı düzeni”ni bozması Kissinger’in yetiştirmesi Ecevit’in ilk anti-emperyalist başarısı olarak Örsan Öymen tarafından tarihe kaydediliyor.
1975 yılında “sermaye karşıtı” ve Rahşan Hanım dolayısıyla anti-emperyalist Ecevit’in de katıldığı bu ilginç toplantıya Hollanda, Avusturya, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, Almanya, İzlanda, İrlanda, İtalya, Norveç, İsveç, İsviçre, İngiltere, A.B.D. ve elbette Türkiye’den ilginç konuklar katılıyor. Prensler, Başkanlar, Uluslar arası şirketlerin temsilcileri, Uluslar arası kuruluşların başkanları, ünlü politikacılar Çeşme’de üç gün boyunca dünya sorunlarını konuşuyorlar. Katılan isimlerler yan yana dizildiğinde görüntü tamamlanıyor: O.E.C.D. Genel Sekreteri Lennep, NATO Genel Sekreteri Luns, Dünya Bankası Başkanı McNamara, Avrupa Topluluğu Komisyonu Başkan Yardımcısı Simonet, İtalya’dan FİAT Başkanı Agnelli, İrlanda Dışişleri Bakanı Garret Fıtzgerald, Hollanda Prensi Bernhard, Carnegie Vakfı Başkanı Johnson, Ünilever Yönetim Kurulu Başkanı Goudswaard, İsveç Başbakanı Olof Palme, İngiltere’den muhalefet lideri Margaret Thatçer, ABD’den Lehman Brothers İşletme Müdürü George W. Ball, Trilateral Komisyon Başkanı Zbigniev Brzezinski, Avrupa İşleri Devlet Bakan Yardımcısı Arthur Hartman, IBM Şirketi Başkan Yardımcısı Hubner, Chase Manhattan Bank Yönetim Kurulu Başkanı David Rockfeller...
O yıl Çeşme’ye davet edilen yerli Bilderberg’çilerimiz de şöyle not ediliyor: Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi Başkanı Semih Akbil, Şirketler Müdürü ve toplantının Türkiye Koordinatörü Kürt kökenli işadamı Selahattin Beyazıt-örgütteki kod adıyla “Sela”-, NATO nezdinde eski Büyükelçi M. Nuri Birgi, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Başbakan Süleyman Demirel, Tıp Profesörü İhsan Doğramacı, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit,Başbakan Yardımcısı ve CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu, Dışişleri Bakanlığı İktisadi İşler Dairesi Başkanı Oğuz Gökmen, Profesör Gülten Kazgan, Türk-İş Genel Başkanı Halil Tunç, Profesör Memduh Yasa, Şirketler Müdürü ve şimdi Yaşar Holding Başkanı Selçuk Yaşar.
Altan Öymen’in anlattığına göre 1975 yılında Altınyunus Oteli’nde o yıl konuşulanlar şöyle: Yakın Doğu, Kıbrıs ve Türkiye sorunları. O yıl Türkiye’ye Kıbrıs çatışması nedeniyle konulan silah ambargosunun kaldırılması da toplantı gündemindeymiş. Toplantının yapıldığı ülkenin önemine binaen değil, katılımcı silah şirketleri temsilcilerinin bastırması nedeniyle.
Örgüt 1954 yılında kurulduğunda toplantı gündemi daha aydınlatıcıydı: “Sovyet yayılmacılığına karşı batının birliğini kurmak”
Toplantıyla ilgili haberlerde “masonluk” etkisi şiddetle reddediliyor ama örgütün fikir babası Polonya Yahudisi Joseph Ratinger İsveç Farmasonluğunun yüksek dereceli bir üyesiydi. Üstelik bu kimliğiyle çok sayıda diplomatik entrikaya katılmış ve müttefiklerin Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya’ya karşı zaferini izleyen yıllarda “mondializm”in icadı da ona düşmüştü.
Dahası var: 1976 yılına kadar örgütün başkanlığını “büyük sanayicilerin dostu” Prens Bernhard de Lippeyürüttü. Başkanlığı terk etmesi ise yine bir skandala denk geliyor; Prens, Lockhead skandalının baş aktörlerinden biriydi ve hakkındaki suçlamaları kabul etmek zorunda kalmıştı. Ne var ki gerçek patron, “işbilirliği” ile ün yapmıştı. David Rockefeller, üst örgütlerden aldığı güçle skandalları ört bas etti.Örgüt o günden bu yana güvenle yürümeye devam ediyor. Bir not daha, Çeşme macerası sanıldığı gibi Türkiye için bir ilk değil; 1959 yılının Bilderberg toplantısının Yeşilköy’de yapıldığı yönünde notlar var ancak katılımcılar hakkında henüz sızan bir bilgi yok.
MİLLİ DAMADIN İFŞAATLARI
Bilderberg Grubu’nun her toplantısı büyük bir gizlilik içinde yapılsa da, kimi gazeteciler zaman zaman bilgi vermekten kendini alıkoyamıyor. Bunların çoğu da övünmek için yazılanlar; şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler! İnönü ailesinin damadı Metin Toker 1984 yılındaki toplantı hakkında yazdıkları bu konudaki ilklerden biri. İşte Toker’in anlattıkları:
“Bu hafta Perşembe akşamından beri Norveç başkenti Oslo’nun yakınındaki Sandefjord’un Park Otel’i tam bir alem. Yorucu bir çalışma gününden sonra otelin evvela yemek salonunu, sonra barlarını dolduranlar yatılı lise öğrencilerinin havasına bürünüyorlar. Herkes herkesle ahbap, herkes herkesle istediği gibi, herhangi birinin tanıştırmasını beklemeden veya buna lüzum görmeden konuşuyor. Hitap tarzı genellikle küçük adlarla oluyor. Konular bazen önemli, bazen hafif. Hikayeler de anlatılıyor. Bazen kapalı, bazen açık.
Vakit gece yarısına gelmeden etraf tenhalaşmaya başlıyor. Çünkü ertesi sabah erken yeniden toplanmak lazım. O toplantılarda ciddiyet başlıyor. Ele alınan konulan dünyayı ilgilendiren konular. Katılanlar da olaylara yön verenler. Dün akşamki ‘Henry’ şimdi Kissinger yazan yerde oturuyor. ‘David’ ünlü Rockefeller’dir. ‘Walter’ toplantının başkanı Federal Almanya eski Cumhurbaşkanı Scheel’in küçük adı. ‘Josef’in oturduğu yerdeki isim Luns’tur. Ve Bernard NATO Başkomutanı General Rogers’tir.
Bir de herkesçe bilinmeyen, fakat dünya finans aleminin kralları olanlar da var. ‘Paul’ Amerika hazinesini elinde tutan Wolcker’dır. ‘Lars’ İsviçre hazinesinin anahtarını üzerinde taşıyan Woalin’dir. ‘Karl Otto’ Alman hazinesini yönetiyor. Bunların yanında özel dünya bankalarının bir numaralı adamları: Wallenberg’ler, Baron Lamberg’ler, Edison telefonlarının başkanı, IBM Başkanı, Philips Başkanı.
Nihayet siyaset adamları, başbakanlar, bakanlar ve dünyanın en etkili gazetelerinden gazeteciler, Hollanda Kraliçesinin kocası, İskandinavyalı işçiden çok işvereni andıran işçi sendikaları yöneticileri. Ama onlar az...
Bilderberg toplantılarının esası ‘İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar’ fikrine dayanıyor. Amerika ile Avrupa arasında özel, fakat bu seviyede bir diyalogun lüzumunu anlayanlar bundan 30 yıl önce böyle bir toplantıyı öngörmüşler.
İlk toplantı Hollanda’da, Bilderberg’de yapıldığı için fikir örgütleştiğinde örgütün adı Bilderberg toplantıları olmuş. Örgütte Türkiye’nin ilk temsilcisi Muharrem Nuri Birgi’den görevi Selahattin Beyazıt almış. Beyazıt için nasıl Rockefeller ‘Dawid’ ve Kissinger ‘Henry’ ise onlar için de şimdi Beyazıt ‘Sela’dır. Eski ve inanılır bir dosttur. Yüz küsur kimsenin beraber geçirdiği üç günün özelliği şu: Toplantı salonunda veya yemek masasında yahut barın başında konuşulanlar, konuşulan ne olursa olsun orada, Park Otel’in içinde kalıyor. Bundan dolayı da rahat ve serbest konuşuyorlar. Fikirler olduğu gibi, arka düşüncesiz söyleniyor. Ne propaganda, ne şantaj, ne ifşaat tehlikesi var. Bu, centilmenler arasında bir anlaşma.
Ülkelerin birbirleriyle ilişkilerinde böyle toplantılar büyük rol oynuyor. Çünkü ona katılanlar, bazısı resmi, bazısı mali, bazısı siyasi, bazısı kamuoyu oluşturmada kendi ülkelerinde etki sahibi. Gerçi her toplantıda çekirdeği aynı, fakat etrafı değişik-hep aynı kimseler davet edilmiyor- bir kulüp oluşuyor ve bu, o ülkelerin uç solu tarafın-
dan hücum, hatta aleyhte gösteri sebebi sayılıyor, ama aslında gelenler farklı eğilimlerin adamları. Nitekim Part Otel’in kapısında, beklendiği gibi, ve beklenen gün ve saatte birkaç düzine gösterici bağırdılar, çağırdılar, neşe içinde dağıldılar.
Bilderberg toplantısında ağırlık işveren çevrelerinde ama işçi çevrelerinin de ağırlık taşıdığı düzeyde ve önemli milletlerarası toplantılar var.
Kültür alanlarında da milletlerarası örgütler tarz buluşmalar tertipliyorlar. Kendi konularının ‘Henry’leriyle, ‘Andre’lerini bir araya getiriyorlar.
Bir karar mı alınıyor? Bir özel çıkarın savunması mı yapılıyor? Bir eylem mi hazırlanıyor?
Eğer toplantı militan toplantısı değil Bilderberg toplantıları tabiatındaysa hayır. Bilderberg toplantılarından sonra bildiri bile yok. İnsanlar birbirleriyle tanışıyorlar, birbirlerini tanıyorlar.”
Metin Toker’e göre Bildirberg'çiler toplantılarda sadece koklaşıyor. Bir başka Bilderberger Talat Halman’a göre sadece koklaşmakla kalmayıp, ufak tefek işleri de arada karara bağlıyorlar. Bu sonuncusu biliyorsunuz uluslararası alanda değeri bilinen bir gazeteci. Robert Kolej, Columbia Üniversitesi macerasından sonra, 1971’de Kültür Bakanlığı’nı kurmuş ve yönetmişti. Halman, ne şekilde hizmet ettiyse İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından, İngiltere’nin en yüksek unvanlarından biri olan ‘Knight Grand Cross’ payesi ile onurlandırıldı. Herhalde yaptığı çeviriler nedeniyledir. Bu eğer neden buysa, İngiliz Kraleçi’nin dolandırıldığı anlaşılıyor. Zira, Shakespare çevrilerinin ardından, muhtemelen “akraba”sı İsmail Cem’e yazdığı “yalama” şiirinden sonra şiirden ne anladığı da geniş bir kamuoyuna malum olmuştu. Ancak Halman asıl ününü boşboğazlığıyla daha önce yapmıştı. Herhalde bu söz en çok ona yakışıyor: Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler! Mayıs 1993 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında şunları anlatıyor:
“1993 toplantısı, geçen hafta Atina’da yapıldı. Katılanlar arasında Hollanda Kraliçesi, İsveç Başbakanı Karl Bildt, Belçika Prensi Philippe, NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner, Clinton’ın sağ kolu Vernon Jordan, Yugoslavya arabulucusu İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı Lord Owen, NATO eski Genel Sekreteri Bilderberg Başkanı Lord Carington, Avusturya Devlet Başkanı Franz Vranitzky, Dav Rockefeller, birkaç ülkeden bakanlar, büyükelçiler, eski başbakanlar ve bakanlar vardı. Türkiye grubunda Selahattin Beyazıt, Atina
Büyükelçimiz Hüseyin Çelen, Rüştü Saraçoğlu ve ben... Rüştü Saraçoğlu, kısa güzel felsefi bir konuşma yaptı. Ben de üç kere söz aldım. Bilderberg toplantılarında yüz kişi, ABD-Avrupa ilişkilerini, eski Yugoslavya sorunlarını, dünyada liderlik bunalımını, ABD’nin iç ve dış politikalarını, Japon ekonomisini, İtalya olaylarını, NATO’ya ilişkin sorunları tartıştı. Bilderberg Türkiye’deki sesleri dikkatle dinleyen seçkin bir siyasal topluluk.” Halman’ın toplantının içeriğiyle ilgili verdiği bilgileri takip edin; ABD-Avrupa ilişkileri o tarihten sonra hızla değişti, eski Yugoslavya sorunları içinden çıkılmaz bir halde ve yeniden kanamak üzere bekliyor, dünyadaki liderlik bunalımı Amerikan şiddetiyle halledilmeye çalışılıyor, Japon ekonomisi bildiğiniz gibi, İtalya olayları dediği herhalde Vatikan-Gladio-P2 olsa gerek -sahi ne oldu o iş?- NATO biliyorsunuz artık fiilen yok.
Türkiye’den Bilderberg toplantılarına en çok katılan kişi Selahattin Beyazıt’tı. Onun da İngiltere Kraliçesinin “dostları” arasında yer aldığını biliyoruz. Ancak Sela, bir çevirmen değil, köşe yazarı hiç değil. Bilderberg toplantılarına göre şirketler müdürü ama hangi şirketlerin müdürü olduğu da belli değil. Muhtemelen buradaki “şirket” lafı çağrıştırdığı şey değil. En zengin 100 Türk listelerinin değişmez Kürt işadamı aynı zamanda Galatasaray Spor Kulübü çevresinden. Sela’dan sonraki daimi katılımcılar arasında Nejat F. Eczacıbaşı ve M. Nuri Birgi ismine rastlıyoruz. 1985 yılından sonraki toplantıların katılımcıları arasında ismi geçenlerden bazıları şöyle: Jak V. Kamhi, Osman Okay, Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Hüseyin Çelen, Rüştü Saraçoğlu, Talat Halman, Lice’li Hikmet Çetin, Amerikalı Şerif Mardin, devrimci Cem Boyner. Toplantılarda mutlaka temsil edilen kuruluşları da sıralayalım: OECD, IMF, EEC, NATO, IBRD, GATT, AT. Bilderberg’in kapsama alanındaki ülkeler ise şöyle: Belçika (NATO ve Kontrgerillanın Avrupa Merkezi), Kanada, Danimarka, Finlandiya Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Norveç, İsveç, İsviçre, Türkiye, İngiltere, ABD, Avusturya, Avustralya, Yunanistan, İzlanda, Yeni Zelanda, Pakistan, Portekiz, İrlanda. Bu ülkeler listesi aynı zamanda Süper NATO’nun da örgüt haritasını gösteriyor.
Fetih ya da mutabakat; dedik ya mutabakatçı güvercinler çoktan 11 Eylül ateşinde kızardı. Şimdi fetihçilerin zamanındayız.
DİŞLİ İŞADAMLARI ÖRGÜTÜ
Bu tabir, bugünlerde Bilderberg tartışmalarının tarafı gibi görünen İslamcı gazeteci Fehmi Koru’ya ait. Koru, 1985 Nisanında Çiller’in ABD gezisine katılmış, izlenimlerini de uzun uzun yazmıştı. Bu yazılardan Çiller’in ABD’ye değil CFR’e davetli olduğunu da öğrenmiştik. Bu örgüt Çiller’i ta Amerikalara kadar götürmüş ama herhalde muhataplarının bir kadın olmasından dolayı tanışma koklaşma seansının yapılacağı salonu örgütün dışında bir yerde ayarlamıştı. Dünyayı yönetme iddiasındaki bu ilginç örgüt çatısı altında bir kadın görmeye tahammül edemiyordu yani. Fehmi Koru gezi dönüşü 19 Nisan’daki Zaman gazetesindeki köşesini CFR’e ayırdı. İzleyelim:
“New York ‘Council of Foreign Relations’ ABD’nin en iyi bilinen ‘güç odağı’... Başkanlığını uzun yıllar Banker David Rockefeller yapmıştı, şimdiki başkanı ise Leslie Gelb... İkinci Dünya Savaşı sonrası ‘yeni dünya düzeni’, kısaca CFR diye de bilinen bu örgütün dişli ve ünlü üyelerinin çabalarıyla oluşmuştu. IMF, Dünya Bankası gibi finansal kuruluşlar, CFR üyesi bankerlere ilham ve ter borçlu. Birleşmiş Milletler’in ebeliğini yapan San Francisko Konferansı’nı da CFR toplamıştı.
Bir özelliklerini daha kaydedeyim; ABD yönetimi, özellikle en önemli makamlarını, bu örgütün üyelerine terk ederken gönül rahatlığı duyuyor. Cumhuriyetçiler iktidara geldiğinde, dışişleri, hazine ve savunma gibi bakanlıklara CFR’in Cumhuriyetçi bilinen üyeleri geliyor ve kadrolarını aynı titri taşıyan kişilerden oluşturuyor; İktidarı Demokratlar devraldığında da aynı durum bu defa onlar için tekrarlanıyor: Bill Clinton, Warren Chiristopher ve Wiliam Perry de CFR üyeleri...”
Böylece ABD yönetiminin bütünüyle CFR demek olduğunu öğrendikten sonra geliyoruz Tansu Çiller’in ABD gezisine. Fehmi Koru bu konuda da şunları yazıyor:
“Buraya yolu düşen her ‘önemli yabancı’ New York’taki CFR binasında düzenlenen bir toplantıda sınanır. Bülent Ecevit’ten Turgut Özal’a bir çok siyasetçi-bazısı siyasete atılmadan önce- ABD ile ilk resmi temaslarını o binada yapmışlardı. Özal, ABD ziyaretlerinde, bu örgütün ilgisini hep üzerinde hissetti. Gazetecilerin içeri alınmadığı kapalı kapılar ardındaki toplantılarda neler konuşulduğunu belki bir gün öğreniriz.
Başbakan Tansu Çiller, gezinin ilk çalışma gününde Türk-Amerikan Dernekleri ile CFR tarafından düzenlenmiş bir toplantıda konuştu. Toplantının özelliği, CFR’in adını taşımasına rağmen, basına açık olmasıydı. Bunu sağlamak için olsa gerek toplantı, örgütün binasında değil, çok yakınındaki bir üniversitenin tiyatro salonunda
yapıldı. CFR toplantılarına, kadınlar konuşmacı olarak da katılamıyorlar mı acaba?
Gözler ister istemez, daha önceden aşina olunan yüzleri arıyor. Salonu dolduranlar arasında pek az ‘ünlü’ sima bulunuyordu. CFR Başkanı Gelb, konuyu sunma görevini yardımcısına devretmişti. Etrafta fark edilen sadece birkaç bildik kişiydi; Prof. Bernard Lewis ile ABD’nin Ankara Büyükelçisi Marc Grossman.”
Fehmi Koru, düzenleyicilerinin pek önemsemediğini ima ettiği toplantıyı şöyle değerlendiriyor: “Başbakan’ın, dinleyende ‘müsamere’ çağrışımı yapan bir üslubu var. Burada konumunu bir tür ‘hesap verme’ biçiminde gördüğü için olsa gerek, müsamere havası oldukça hissedilir haldeydi.” Daha önce provalar yaptığı ve söyleyeceklerinin ezberlettirildiği kesindir. Türkiye Cumhuriyeti başbakanları artık gelenek olduğu üzere hesabı yalnızca CFR türü örgütlere vermektedir.
BİLDERBERG’TE İKİ TÜRK
Ertuğrul Özkök, 1995 yılı içinde yapılan Bilderberg toplantısını bu başlık altında vermişti. Gerçi katılan kişilerle başlık arasında bir gerilim ortaya çıkıyorsa da şimdi konumuz bu değil: Özkök’ün yazısında doğruluk ve tutarlılık aranmaz. Özkök, Bilderberg’deki iki Türkün Liceli Hikmet Çetin ile işadamı Cem Boyner olduğunu haber veriyordu. Hikmet Çetin CHP’nin başındaydı, Cem Boyner ise YDH’yı kurmuştu. Yani şimdiki prensler Ali Babacan ve Mehmet Ali Bayar’ın pozisyonunda. Sonrasını biliyorsunuz; onca güce ve olanağa rağmen bu kadar başarısızlık. Özkök yazmamasına rağmen, toplantıda iki “Türk”ün daha olduğu öğrenildi; Sala ve Amerikalı Şerif Mardin. Yazdığına inanacak olursak, Özkök’ün “vakit yetersizliği”nden gidemediği toplantının birinci oturumunda bakın ne konuşulmuş? “Refah devletinin gerçek maliyeti nedir; korumacılık kaçınılmaz bir şey midir? Birleşmiş Milletler barışı sağlayabilir mi? Avrupa Birliği, daha ileri bir entegrasyona gitmeli mi? Herkes için iş var mı?”
Bir gün sonra, Özgür Gündem gazetesi Bilderberg toplantısında başka konuların da toplantı gündemine geldiğini yazdı; Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hikmet Çetin, NATO’nun saygınlığını yitirmemesi gerektiğini söylemişti. İsviçre’nin Zürih kenti yakınlarındaki dağ merkezi Burgenstock kasabasına özel bir helikopterle getirilen Çetin, NATO’ya görevlerini hatırlatmıştı. Cem Boyner ise ABD’nin Türkiye’nin AB’ye alınması için lobicilik yaptığını haber vermişti. Boyner kime güvenmemiz gerektiğini de böylece söylemiş oluyordu. Dahası bu lobi işi ABD’nin AB nezdindeki Büyükelçisi Stuart Eizenstat’la Jefi Kamhi’nin evinde yenilen yemekte verilmişti. Şimdi bu yazıyı, bu bilgilerin hangi noktasından tutup götürelim. İşte “Big Brother” işte adamları. Her durumda tek bir ana fikir çıkıyor: Yönetimler gelir geçer CFR baki kalır.
Bütün bunlara karşın karşımıza tıpkı Bilderberg’te olduğu gibi oldukça masum görünüşlü bir örgüt çıkıyor. CFR, Amerikan kamuoyuna uluslararası bir ruh yaratmaya ve bu yöndeki inisiyatifleri eşgüdümlemeye yetenekli diplomasi, finans, sanayi, bilim ve iletişim uzmanlarını bir araya getiren bir çalışma grubu olarak sunuluyor. Bu sunuşun doğru bir yanı da var; günümüzde CFR, ABD hükümetinde, siyasette, iş yaşamında, kitle iletişim araçlarında, CIA’de ve din alanlarında en önemli görevlerde bulunan belli bir sayıda insandan oluşuyor. Ford, Carnagie, Rockefeller Vakıfları ve IBM-ITT-Standart Oil of New Jersey gibi uluslararası önem taşıyan büyük tröstlerin cömertçe desteklediği CFR, ABD hükümeti, Kongre ve iki büyük siyasal parti üzerinde önemli bir etki sahibi. CFR üyeleri uluslararası ilişkileri sayesinde batılı devletler üzerinde doğrudan; Dünya Bankası gibi üyelerinin yönettiği uluslararası kuruluşlar aracılığıyla dolaylı olarak sıkı bir denetim kuruyorlar.
CFR içinde 11 Eylül’e kadar “mutabakatçılar” egemendi. Özellikle Lockheed ve Watergate skandalları CFR ve Bilderberg’deki mutabakatçıların zaferini perçinlemişti. O kadar ki Nixon ve Prens Bernhard de Lippe’in düşüşü de bu olaylardan sonra mutabakatçıların kazandığı zafere bağlanıyordu. Mutabakat denildiğini bakmayın, bir sürü kirli işini içinde bu mutabakatçıların da eli var. Çünkü örgüt üyelerinden hem “demokrat, hem de demokrasinin yarattığı tehlikelerin bilincinde olmasını talep ediyordu. Bu bilinç nedeniyledir ki P-2 Mason Locası ve Gladıo ortaklığının arkasından Trilateral Commisyon çıktı. Örgütün isim ve para babalarından Rockefeller’in sabıkası ise daha radikal. Aydınlık yayınları arasında çıkan “Kontrgerilla ve MHP” adlı yayından izleyelim: “Amerika’nın Kore yenilgisi, emperyalist askeri uzmanları derin derin düşündürürken, Amerika’nın en büyük tekellerinden Rockefeller grubu, 1956 yılında şu öneriyi getirdi: ABD’nin çıkarlarına uygun düşmeyen herhangi bir durumu düzeltmek için dünyanın neresinde olursa olsun derhal müdahale edebilecek yeteneklere sahip özel askeri birlikler kurulmalı. Bu özel askeri birliklerin gayet hareketli olması ve çeşitli yerel harpleri başarıyla sona erdirecek yetenekte olması gerekir.

Rockefeller grubunun önerdiği özel askeri birlikler Amerikan kontrgerillasının ilk nüvesini meydana getiriyordu.” Rockefeller adının bütün kapitalist enternasyonal kuruluşlarının içinde olması da gösteriyor ki bu ailenin işi sadece kar peşinde koşmaktan ibaret değil. Grup dünyanın her yerine dağılmış şirketleriyle sistemin korunması için gereken karşıdevrimci örgütlenmelerin başını çekiyor. Örneğin İtalyan ve Japonlarla ortaklıkları aynı zamanda o ülkelerdeki anti-komünist oluşumlarda da ortaklığı getirmişti. Örneğin İtalya Hıristiyan Demokrat Parti’nin 60’lı yıllardaki genel sekreteri olan eski Başbakan Aldo Moro’nun sağ kolu Freato, CIA’nin kendilerine ayda 60 milyon liret verdiğini anlatmıştı. Bu parayı kendisine Roma’daki ABD Sefaretindeki CIA şefinin verdiğini belirten Freato, bu çeki hemen parti kasasına yatırdığını itiraf etmişti. Yine bir CIA görevlisi olan Richard Brenneke, Süper NATO şebekesi olan Licio Gelli yönetimindeki P-2 Mason Locası’na aktardıkları paranın bazen ayda 10 milyon dolara çıktığını söylüyordu. Licio Gelli’nin emirleri aldığı kişiler ise, Rockefeller ailesi ile aynı şebeken Henry Kissinger ile Alexander Haig’di. Dahası, bu ailenin önerisiyle kurulan Kontrgerilla örgütünün teorisyeni de Kissinger’dı. NATO ülkeleri Genelkurmaylarının el kitabı olan “Ayaklanmaları Bastırma El Kitabı”nın yazarı olarak görünen David Galula, Kissinger’den başkası değildi. Bu adamın Türkiye’deki bazı siyasilerle de sıkı ilişkileri var. Örneğin Kissinger 1996 yılının son aylarında TÜSİAD’ın daveti üzerine Türkiye’ye geldi ve “Ulusal Kalite Kongresi”ne katıldı. Bunun üzerine bir basın toplantısı yapan Talat Turhan şunları söyledi:
“İstihbaratçılıkta bir kural vardır, istihbaratçılar emekli olmazlar. Ele geçirdiği bir bilgiyi ilgili makamlara hemen verirler. Anladığım kadarıyla Kissinger, ağırlıklı olarak Türkiye’ye angaje bir istihbaratçı. Türkiye’deki devlet adamlarıyla çok sıkı, çok yakın dostlukları var. Bunlar kolay kolay kurulacak dostluklar değil. 1992 yılında Yahudilerin Osmanlı’ya göçüşünün 50. Yılı kutlanıyor: New York’ta, orada Kissinger’la Özal’ı çok samimi bir pozda görüyoruz. 1994’de bir gazetede Ecevit’in anıları ya da onunla yapılmış bir söyleşi yayınlanıyor, orada bir paşa var: Kıbrıs harekatından önce Ecevit, sabaha kadar telefon ediyor Kissinger’a. Ne maksatla ediyor, onu bilemeyiz. Ecevit bilir. Ama, özellikle böyle bir harekat öncesinde böyle bir telefon konuşmasının bir anlamı olması lazım gelir. Bazı kaynaklarda da Ecevit’in Kissinger’ın öğrencisi olduğu söyleniyor. Ecevit’in de bununla öğündüğü söyleniyor. Hangi tarihte, hangi okulda onu bilemiyorum, araştırılması gerekir. Yine 1994 yılında Kissinger buraya çağrılıyor ve bir tekke açıyor. Kissinger’la bir tekke açılışının ne gibi bir ilişkisi olabilir? 1995 yılında Cumhurbaşkanı Demirel, Arjantin’e gidiyor, Arjantin’de hiçbir sıfatı olmayan Kissinger’la yan yana geliyor. Kissinger’ın Türkiye ile olan ilişkisi süreklilik arz ediyor ve bunu Cumhurbaşkanlığına taşıyor. ‘Türkiye’de ilk tanıdığım kişi dostum Selahattin Beyazıt’tır’ diyor. Selahattin Beyazıt, bir anlamda, enternasyonal kapitalizmin Türkiye’deki ayağı. Küresel boyutta etkin konumda olan bir adamın Türkiye ile olan ilişkisinin ucu, yeni dünya düzeninin; serbest piyasa ekonomisinin hakim kılınması çabasına, hatta PTT’nin T’sinin satışına kadar gidiyor.” Kissinger’in Türkiye’de irtibatı olan kişilerin başında gelenler kim? Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit. Bizdeki P-2’lerin açığa çıkmamasının nedenini sorup duranlara duyurulur.
Bu ilişkiler ağı o kadar yaygın ve o kadar derinde ki, Türkiye’yi yönetenler hakkındaki her araştırma Amerika’da hemen hemen aynı kapılara çıkıyor. İşte 29 Eylül tarihli 2000’e Doğru dergisindeki bir haber. “Rockefeller’den Diplomalı Başbakanlar” başlığını taşıyan habere göre bu isimler şöyle:Özal, Yılmaz, Demirel, Ecevit. Haberde verilen bilgilere göre Ecevit Amerika’ya Rockefeller bursu ile gidiyor. Ecevit’in sosyal psikoloji ve Ortadoğu tarihi öğrenimi için seçtiği yer Kissinger’ın okulu Harward. Kissinger o yıllarda Ecevit’e burs veren kurumda da yöneticilik yapıyordu. Ne rastlantı değil mi? Harward’da CIA tarafından finanse edilen ve Kissinger tarafından yönetilen seminerlere katılanlar arasında Raymond Aron, Bernard Russel, Olaf Palme ve Bülent Ecevit gibi isimler sayılıyor. Kesinlikle rastlantıdır! Demirel’in payına ise Eisenhower bursu düşüyor. Bu bursu Türkiye’den kazanan tek isim Demirel. Turgut Özal ise icazeti CFR üyesi Zbigniew Brzezinsky ve Baba Bush’tan alıyor.
Bu ilişkilerin ne anlama geldiğini kapitalist enternasyonal teorisyenlerinden Huntigton anlatıyor: “1975 yılında Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA)’ndan Portekiz Sosyalist partisi’ne muhtemelen on milyonlarca Dolar, Polonya’da Dayanışma’ya önemli mali destek, Uluslar arası Gelişme Teşkilatı’ndan (AID) ve Ulusal Demokrasi Vakfı’ndan 1988’de Şili’de General Pinochet hakkında dürüst bir referandumun gerçekleştirilmesi için milyonlarca dolar, ve 1990’da Nikaragua’da demokratik bir sonucun teşvik edilmesi için yardım dahil olmak üzere maddi destek... Carter yönetiminin, 1978 seçimlerinde oyların dürüstçe sayımını sağlamak için Dominik Cumhuriyeti kıyılarına Amerikan savaş gemilerini yollaması; Reagan yönetiminin 1983’te Granada’yı istilası; Bush yönetiminin Aquino’yu desteklemek üzere uçuşlar yaptırması ve 1989’da Panama’yı istila etmesi; Filipinler ve El Salvador’da demokratik biçimde seçilmiş hükümetlere, Marksist-Leninist ayaklanmalarla yaptıkları savaşlarda askeri yardım; Afganistan, Angola, Kamboçya ve Nikaragua’da demokratik olmayan yönetimlere karşı yürütülen ayaklanmalara mali destek olmak üzere, askeri eylem...”
Ne için yapmışlar bunu: Demokrasi için! Hangi demokrasi? Elbette Amerikan demokrasisi. Şimdi ne zaman bu gizli örgütlerden söz edilse düzenin kiralık kalemleri hemen feryat ediyorlar: Komple komplo! Örneğin Ertuğrul Özkök gibilere bakacak olursak CFR bir “Thin-Tank” kuruluşu. Şu işe bakın ki birçok “Thin-tank” kuruluşunun üyesi aynı zamanda CFR üyesi. 1969 yılında yapılan bir listeye göre CFR neredeyse bütün “Thin-Tank” örgütlerini kontrol ediyor; örneğin Brookings Instituon’un 22, Rand Corporation’un 29, Hudson’ın 14, Middle East Institute’in 33 üyesi aynı zamanda CFR üyesi. Rockefeller Vakfı’ndan 14, Carnagie Vakfı’ndan 10, Ford Vakfı’ndan 7, Rockefeller kardeşler Vakfı’ndan 6 yönetici bu örgütün üyesi.Örgüt önde gelen Amerikan üniversitelerinde de oldukça etkili. Kurumun yılda dört kez yayınladığı Foreign Affairs (Dış olaylar) siyasi gündemi ve ABD Dış politikasını belirlediği için dünyanın en etkili yayın organı sayılıyor. Beyaz Saray’ın bütün Ulusal Güvenlik Danışmanları bu kuruluşun üyeleri arasından seçilmektedir. Üstelik son yüzyıldaki bütün başkanlar bu kuruluşun üyesi.
Doğrusu ABD siyasetini bu bir avuç insanın yönlendirdiğine inanmak güçtür. Ama bakın Wright Mills “İktidar Seçkinleri” adlı çalışmasında bu tabloyu nasıl yorumluyor: “Günümüzde Birleşik Devletler adına alınan siyasal yönetim kararları bir avuç kimse tarafından alınmaktadır. Devletin yürütme organını oluşturan bu kırk elli kişilik grupta Başkan, Başkan Yardımcısı, kabine üyeleri, devlet kuruluşlarının ve çeşitli komisyonların başkanları, Başbakanlık Uygulama Dairesi üyeleri ve Beyaz Saray’ın önemli personeli yer almaktadır... Bunların dörtte üçü, siyaset dışı alanlardan gelmiş kimselerdir... Otuz dokuz kişilik bu grubun otuzu, meslekleri yönünden, mali yönden, ya da hem meslekleri hem de mali çıkarları yönünden şirketler dünyasıyla yakın ilişkileri olan kimselerdir... Amerikan devlet sisteminde en önemli siyasal kararların alındığı dışişleri, maliye ve savunma bakanlıklarının başında bulunanlar ise sırasıyla, biri Morganve Rockefeller şirketlerinin uluslararası işlerine bakan ünlü bir hukuk danışmanlığı şirketinin New York temsilcisi; biri Orta Batının ünlü şirketlerinden birinin yöneticisi ve otuzdan fazla diğer şirketin direktörlüğünde bulunmuş biri; diğeri de ABD’de en büyük üç ya da dört şirketinden birinin ve Amerika’nın en önde gelen silah ve askeri gereç imalatçısı bir başka şirketin eski başkanı olan biridir.” Düpedüz bir şirketler diktatörlüğünün elinde olan sistem güzel bir deyişle “cari bilinç paketleme sistemi” ile dünyanın en demokratik düzeni olup çıkıvermektedir. Komploların en büyüğü ise bizzat bu demokrasinin kendisidir.
BİLDERBERGÇİ İSLAMCILAR
Yıllar önce Tansu Çiller ile birlikte CFR toplantısına davet edilen gazeteci Fehmi Koru, bu yılki Bilderberg toplantısı tartışmasının taraflarından biriydi. Koru’yu taraf haline getiren gelişme ise Hürriyet gazetesinin konuyu manşete taşımış olması. Hürriyet, yıllardır bu tür örgütlere muhalif olduğu bilinen İslamcı kesimden katılımcının kendi pozisyonlarını meşrulaştıracağını düşünmüş olacak ki fırsatı değerlendirmede karar kılmıştı. Oysa, biliniyor ki, Bilderberg’in önceki yıllardaki davetlileri arasında Hürriyet gazetesinin yönetici ve yazarları da var. O zaman ne haber yapmayı düşünmüşler, ne de Bilderbergci yazarları konu hakkında yazı yazmıştı.
CFR’ci Fehmi Koru, Hürriyet’in bu yılki Bilderberg heyecanını şöyle anlatıyor: “Ertuğrul Özkök konuyla ilgilendi... Ona, bu yılki Bilderberg’e Ali Babacan’ın katılacağı haberi cuma akşamı ulaşmış. Restorana gidip telefonla gelişmeyi izlemişler. Özel kalemi bile bakanı Antalya’daki parti toplantısında sanıyormuş. Nihayet, bir hafta önce Babacan’la röportaj yapan Yener Süsoy’dan bakanın Paris’e gittiğinin teyidi alınmış... ‘Bize de büroya gidip haberi yazmak kaldı’ diyor Ertuğrul Özkök...’Doğal olarak Özkök’ün yazısı Bilderberg’e dinci katılımından çıkarılacak pay vurgusuyla başlıyordu: ‘Devlet Bakanı Ali Babacan, dinci kesimin yıllardır, Siyonist güçlerin zirvesi diye yerden yere vurduğu Bilderberg toplantısına katılıyor. İslâmcı kesimin bugüne dek Siyonist bir örgütlenme diye nitelediği Bilderberg konferansına AKP, Devlet Bakanı Ali Babacan’ı gönderiyor. Toplantıya, Türkiye ile ilgili açıklamaları olay yaratan ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz de katılacak.”
Ali Babacan, Fransa’da yapılan Bilderberg toplantısına gizlice gitmişti. Hürriyet bunu Ali Babacan’ın toplantıyı “İslamcı parti tabanından saklamak” olarak yorumlamıştı. Koru ise gizliliğin örgütün bir kuralı olduğuna dikkat çekti. Koca Wolfowitz bile saklanarak gidiyordu, Babacan’ın saklanmasından daha doğal ne olabilirdi: “Wolfowitz, bu gezisinde ilk dört ülkeye aynı gün uğrayacağı halde, haber içerisine öylesine yerleştirilmiş beşinci ülke olan Fransa’da üç gün kalacak... Belli ki, Wolfowitz, ‘gizlilik’ kuralına uyabilmek için icat etmiş Balkan gezisini... Patronu Donald Rumsfeld de Bilderberg'çi, onun da yolunu Fransa’ya düşürmesi bekleniyordu. Colin Powell’ın ise toplantıya katılacağı biliniyor... “
Hürriyet’in satır arasına sıkıştırdığı “Siyonizm” meselesine gelince, bakın Koru bu konuda neler söylüyor: “Hürriyet, ilk gün verdiği habere, kimin aklına nereden geldiyse, Bilderberg’in ‘Siyonist zirvesi’ olduğuna inanıldığı ayrıntısını eklemiş... Akılları sıra, Bilderberg konusunu, o bildik ‘komplo teorisi’ kategorisinde gösterecekler... O ayrıntıyı okuyunca ne kadar güldüğümü bilemezsiniz... Dudaklarınızda hafif bir tebessüme sebep olma umuduyla, Ertuğrul Özkök’ün ‘Siyonist zirvesi’ sandığı Bilderberg’e devamlı katılan birinin portresi size:
Otto Wolff von Amerongen Bilderberg’in kurucu kadrosundan. Von Amerongen ülkesi Almanya ile Sovyet bloğu arasındaki ekonomik bağları kuran kişi. Moscow Times, ‘50 yıldan beri’ diyor von Amerongen için, ‘Demirperde’nin iki tarafındaki iktidar ve nüfuz koridorlarında dolaşıp durdu.’ Almanya’nın Rusya nezdindeki resmî olmayan temsilcisi gibiydi von Amerongen... Esso (şimdi Exxon-Mobil) yönetimine alınan ilk Almandı; 26 büyük uluslararası şirketin yönetim kurulunda görev üstlendi.
Bu bilgileri sunan yayın organının kendisine ‘Siyonist’ denildiğinde itiraz etmeyeceğini sandığım yazarı, ‘Von Amerongen’in adını duymadınız mı yoksa?’ diye sorup devam ediyor: ‘Özgeçmişini fazla ortalarda dolaştırmayan biri o; iyi de yapıyor. 84 yaşındaki ‘işadamı’nın geçmişi, kendisini, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya'sının Yahudilerin servetini yağmalaması olayıyla irtibatlıyor çünkü...’ Bilderberg’i ilk başlatan Prens Bernhard (kendisi Kraliçe Beatrix’in babası oluyor) da Nazi işbirlikçisi idi.
‘Siyonist Zirvesi’ ha! Ne kadar zekice, değil mi?
Otele ilk gelenlerden birinin Henry Kissinger olduğunu girişte okudunuz. Kissinger’ın yüreğinin korkudan ‘pıt, pıt’ attığına eminim. Toplantı öncesinde Fransız adalet bakanlığı ile bir anlaşma yapılıp teminat alınmamışsa, Kissinger’ı Paris’te tutuklanma tehlikesi bekliyor çünkü...
Şaşırdığınızı biliyorum. Kissinger, güçlü döneminde verdiği tâlimatlar yüzünden ölümlere sebep olduğu için tâkibat altında. Şili’de Gen. Pinochet’nin iktidara tırmanması sırasında (1973) uğursuz bir rol oynamıştı Henry Kissinger. Gen. Pinochet’in ölümünden sorumlu oldukları arasında beş de Fransız vatandaşı var. Bu sebeple, Roger Le Loire adlı yargıç, hem Pinochet hem de Kissinger hakkında tâkibat başlattı.
2001 yılında Paris’e uğradığında, yargıç Loire’ın yönlendirmesiyle, polis, Kissinger’ın kaldığı Ritz Otel’e gitti. ‘İhzar’ belgesinden haberdar olur olmaz valizlerini toplayıp ilk uçakla Fransa’yı terk ediverdi Kissinger. Bakalım, yargıç Loire, Bilderbergçi Kissinger’ın peşini bırakacak mı? “
Toplantıları yakından izleyen Fehmi Koru başka ilginç bilgiler de verdi. Örneğin toplantıya aynı aileden katılımlar oldukça sınırlıydı. Bu sınırlı olanaktan yararlanan iki aileye dikkat çekiyordu Koru; Bu yılın katılımcısı Mehmet Ali Bayar’ın kardeşi Uğur Bayar 1988 yılı katılımcısıydı. Rahmi Koç ile Suna Kıraç da bir istisna oluşturuyordu. Elbette bütün TÜSİAD başkanları toplantının değişmez konukları arasındaydı. Koru, 1-3 haziran 2000 tarihlerinde Belçika’da gerçekleştirilen 48. Bilderberg toplantısına konuşmacı olarak halen TÜSİAD yönetim kurulunda Sosyal İşler Komisyonu üyesi olarak görev yapan dönemin NTV yöneticisi Nuri Çolakoğlu’nun katıldığını belirtiyor. Çolakoğlu, bu toplantıdan çok kısa bir süre sonra NTV’den ayrılarak, Bilderberg toplantısına Türkiye’den davet edilen bir diğer önemli isim olan TÜSİAD üyesi Muharrem Kayhan’ında ricasıyla TÜSİAD’a yönetici olmuş. Bilderberg türü örgütlerde “yeni akrabalıklar” kurulduğunun delilidir; öyle anlaşılmalıdır.
Şimdi tabloyu tamamlayalım; Ecevit’ten Erdoğan’a, Çiller’den Babacan’a bu kadar farklı mezhepten simayı bir çatı altında toplayan güç nedir? Ve asıl önemlisi, bu kadar “enternasyonalist” örgütün üyeleri olmalarına karşın neden bu kadar “milliyetçi-mukaddesatçı” görünüyorlar? Fabrika’da sürekli tekrarlıyoruz; bu kavramlar hırsızın, uğursuzun, işbirlikçinin sığınağıdır. Ülkelerini gizli örgütlerin toplantılarında uluslar ötesi şirketlere pazarlayanlar halkın üzerine en zalim saldırıları yaparken vatan millet naraları atarlar. Her yerde böyledir bu.
KOMPLO BİR ÖRGÜTLENME PRATİĞİDİR
Tablo ortadadır; tablodan bir “komple komplo” görüntüsü çıkmaktadır. Fabrika’nın elinizdeki sayısında “Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası” başlıklı raporu dikkatlice okuyun. Bu saldırganı daha da saldırgan yapma politikasını güden, azgın, vahşi bir kapitalizmin gelmekte olduğunun en büyük işaretidir. Rapor, silahlanmayı sınırsızca arttırmayı, dünyanın hemen her yerine silahlı müdahaleler yapmayı önermekte ve bunu trajik bir biçimde sadece kaba güce dayanarak yapmayı talep etmektedir. İmzacıların çoğu Yahudi’dir ve Siyonizm’e yakındır. Quayle, Rumsfeld, Wolfowitz, Halilzad, Fukuyama, Chaney gibi imzaların göstereceği gibi hepsi CFR üyesidir. Şimdilerde dillendirildiği gibi kapitalist emperyalizm, giderek daha fazla bir “İngiliz-Yahudi” medeniyeti biçimine bürünmekte, dünyanın her yerinde sinsi, tanımlanmamış bir ırkçılıkla birlikte gitmektedir. Evet Ortadoğu petroldür ama belki ondan daha da fazla İsrail’dir, Siyonizm’in nüfus alanıdır. En yeni teknolojiye dayanan silahların yanında, kutsal kitaplarının karanlık yorumlarına dayanan bir açgözlülük ve kıyıcılıkla dünyanın mazlum halklarına saldırmaktadırlar. Savaşlarının adı “Armegedon”dur, düşman “goyim”dir, işgal edilen toprakların adı “vaat edilmiş topraklar”dır.
Shakspeare’in deyişiyle “Karanlıklar prensi beyefendidir!” Bu örgütler, içlerinde barındırdıkları adamlarının görünüşleri ile çelişik bir biçimde, bir papazlar örgütü, bir hahamlar örgütü gibidir; yıllardır mason örgütlerinin içinde öğrendikleri bilimdışı, irrasyonel öğretileri gerçekleştirmek isteyecek kadar çılgındırlar. Bu karanlık öğretilerin kemikleştirdiği dehşetengiz bir dünya görüşünün hizmetinde, kendi imal ettikleri dinlerinin yönlendirmesindedirler. Onların “Yeni Düzen”lerinin adı her koşulda ve arsız bir faşizme rağmen demokrasidir.
Dünyayı fethedecek bu adamlara da dikkatli bakın; Bush’un eblehliği, zeka kıtlığı asla kişisel bir durum değildir; bu ideoloji ve bu düzen geri zekalılığı kutsamakta, dünyayı bir tımarhaneye çevirmektedir. Dünyayı yönetme yeteneğine sahip olmadıkları bellidir ama bu dünyayı bir yangın yerine çevirmeyeceklerinin işareti değildir. Bu Hitler taslakları, bu neo faşistler tarihte görülmemiş imha silahlarının tetiğini çekmek üzere hazırlanmaktadır. Dünyanın her yerinde işbirlikçiler bulmakta, yetiştirmekte ve mazlum halkların üzerine salmaktadırlar. Bu Bilderberg’ler, Trilateraller, CFR’ler örgütlenmiş çılgınlığın yuvalarıdır. Komplo, artık kapitalist emperyalizmin alamet-i farikasıdır.
Bu devasa güç karşısında karamsarlığa mı kapılmalıyız? Bu raporun “İlkeler Bildirgesi”ne bakın. Biz söylesek, “solun hayalciliği” denilip geçilecek bir çok şey orada var: “Ele geçirdiğimiz fırsatı çarçur etme ve mücadeleyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Tamamen daha önceki yönetimlerin biriktirmiş oldukları sermayeden yiyoruz hem askeri yatırımlar ve hem de dış politika başarıları açısından durum bu. Uluslar arası ilişkiler ve savunma harcamalarındaki kesintiler, devlet idaresinin araçlarına karşı bir ihmal ve kararsız liderlik Amerika’nın dünya üzerindeki etkisini sürdürmeyi gittikçe daha zor bir hale getiriyor.” Bu sözler boşuna söylenmemiştir; dünyanın en “teknolojik ordusu”yla Afganistan’a saldırdılar ve Taliban’ı yendiklerini ilan ettiler. Şimdi, aynı Taliban’la anlaşma yolları arıyorlar çünkü iktidarları, bütün Afganistan fatihlerinin başına geldiği gibi Kabil’in dış mahalleleri ile sınırlıdır. Irak’ta bir zafer kazandıklarını ilan etmelerinin üzerinden birkaç ay geçmiş olmasına rağmen bu kısa süredeki kayıpları, zafer kazandıkları saldırının kayıplarına yaklaştı. Bu arada son politikaları bütün Ortadoğu ve bütün doğu Asya’daki dengeleri çoktan değiştirmiştir. Bütün zamanların en çılgını ve en eblehi olan ABD yöneticileri oynattıkları taşları yerine oturmakta sıkıntı çekmektedir ve 11 Eylül’ün rüzgarı da artık arkalarında değildir. Bunun, ABD’nin neo faşist yöneticilerinin bir komplosu olduğu artık kendi içlerinde de dillendirilmektedir ve neo faşist yöneticilerin saldırganlığında gidişin sonunu kestirememenin korkusu var.Dedikleri gibi sermayeden yemektedirler ve daha on küsur yıl önce kazandıklarını düşündükleri zaferin ışıkları sönmeye yüz tutuluştur. ABD kaybedecektir; çünkü hiçbir güç onun hantal yapısını sadece çıplak şiddet yoluyla ayakta tutamaz. Kaybedecektir, çünkü bu düzen ideolojik olarak bitmiştir ve iddiaların tersine biz şimdi gerçek bir tarihin kapısındayız.
TÜRKİYE NEDEN ÖNEMLİ?
Bu bitişi gözlemlemek için ABD’ye bakmaya da ihtiyaç yoktur. Bizde de uzantıları var ve bunların bitmiş siyasal yapıların içinde olması aynı etkinin bir sonucudur. Cürete bakın! Bu koca ülkeyi Mehmet Ali Bayar ve Ali Babacan ile yöneteceklermiş!... Bilderberg’e çağrılmış olmalarından bu niyetlerini anlıyoruz.
Gazetelere yansıyan tartışmalardan sonra Mehmet Ali Bayar Kanal 7’de bu yılki Bilderberg toplantısının içeriği hakkında bilgiler verdi.
Bunlardan biri, bu yıl Atlantik'in iki yakası arasında baş gösteren gerginlikmiş. Irak’ın “fethi”, biliyorsunuz, okyanusun iki yakasını karşı karşıya getirmişti. Sonra efendim, Bayar’ın açıklamalarına göre toplantıda iki ana panel konusu varmış: Birincisi Almanya ile ilgiliymiş ama Almanlar sosyal güvenlik mekanizmasının sorunlarını anlatmışlar ve Mehmet Ali Bayar’ı da biraz sıkmışlar. İkinci panel konusu ise Türkiye’nin durumuymuş ve katılımcıların bu konu hakkındaki sorularını “müthiş performansıyla” Ali Babacan yanıtlamış.
Türkiye’yi Bilderbeg'çiler için bu kadar önemli kılanın ne olduğunu bilmiyorum ama bu aralar kulağımıza gelen söylentileri hatırlatalım. İlki, Ordunun AKP hükümetine gizli bir muhtıra verdiği yönündeydi ve bu basında “genç subaylar AKP’den rahatsız” biçiminde yansıdı. Bir süre önce bir İngiliz yayınında Türkiye’de darbe tehlikesine dikkat çeken yayınlar yapılmıştı. Bunların rastlantı olmadığı bellidir. Bunların nedeni “Ordunun savaşmadan bir savaş kaybettiği” yönündeki değerlendirmeler mi göreceğiz.
Ama asıl önemlisi, ABD’de bizimle ilgilenen başka örgütlerin de varlığıdır. Bunlardan biri “yatay ve dikey değişiklik beklentisi” olan ülkeler arasında Türkiye’yi de saymıştı kısa bir süre önce. Yani bizden başka herkes Türkiye’de çok uzak olmayan bir zamanda “bir şeyler olacağı” beklentisi içinde.
Öyleyse Bilderbeg'çi biraderlerimiz Ali Babacan ve Mehmet Ali Bayar bu toplantıda neler konuşulduğunu, Türkiye hakkında hangi soruların sorulduğunu bir an önce açıklamalıdır. Tabii Özden Sanberk de. Ülkenin altı oyulurken, bu milliyetçi mukaddesatçı kardeşlerimizin Bilderberg gibi gizli örgütlere ülkelerinden daha fazla bağlılık göstermeleri biraz ayıp oluyor. Yaptıkları ayıp işleri eleştirenlere “vatan haini” damgası yapıştıranlara hatırlatıyor ve uyarı görevimizi yapıyoruz.
AKP mi? Bundan böyle Türkiye’de hiçbir kuvvet İslam’a dayalı bir siyasal örgüt kuramaz. Her türlü siyasal değer açısından üryandırlar ve bu görülmüştür. Türkiye artık sola mecburdur.

Ek: Yine Bilderberg - TAHA KIVANÇ
Yazılarını okuduğunuzda kalbinin İsrail için attığını hissedebildiğiniz bir yazar Joseph Farah; yönettiği dergi (Whistleblower) ve internet sitesinde (www.worldnetdaily.com) ‘İslâmî terör’ başlıklı haberler hemen dikkat çekiyor. Bu sebeple ‘Dünya hükümeti iş başında’ başlıklı bir yazıya imza atması ilginç.
Daha da ilginci yazının şu giriş satırları: “Komplolara inanır mısınız? / Her yıl bir araya gelip dünya üzerindeki egemenliklerini daha da artırmak üzere komplolar planlayan güçlü insanların varlığına inanır mısınız? / Bütün bunların dünya medyasının sessiz uyumu sayesinde gizlice olup bittiğine inanır mısınız?”
Joseph Farah cevabı yine kendisi veriyor: “Size haberlerim var. Gerçekten de komplolar söz konusu. Gerçekten de güçlü bir takım adamlar dünya egemenliği için komplo peşindeler. Dünya basını sağır-dilsizi oynarken neredeyse tam bir gizlilik içinde davranıyorlar.”
İster inanın ister inanmayın, Farah’ın bu yazısı, geçen hafta sonu Paris’e 20 km mesafedeki Versailles Sarayı’na bitişik Trianon Park Otel’de yapılan bu yılın Bilderberg toplantısıyla ilgili dünya basınında yer alan iki yayından birini (diğeri BBC’de) teşkil ediyor. Batı’da herhalde yüzbinlerce gazete, onbinlerce televizyon olmalı; hepsi de Bilderberg’in ‘sessizlik’ kuralına uydu bu yıl da...
İngiliz haber kuruluşu BBC’nin yayını önemli. Muhabir Emma Jane Kirby, ‘Seçkin güç simsarları gizlice buluşuyor’ başlıklı haberinde, ‘esrarengiz’ dediği Bilderberg’ten ‘dünyanın mâlî ve siyasî seçkinlerinin örgütü’ olarak söz ediyor. Verdiği öteki bilgiler şunlar: “Örgütün üyesi yok; kimlerden oluştuğu bilinmeyen bir heyet her yılın dâvetli listesini belirliyor. Toplantılar gizlilik içinde yapılıyor ve dâvetliler katıldıklarını açıklamıyorlar...”
Bu yıl Türkiye’de ‘gizlilik’ kuralının birkaç kez çiğnendiğini bilseler Bilderbergçilerin yüreğine inerdi. Önce Hürriyet, devlet bakanı Ali Babacan’ın dâvetli olduğunu açıkladı. Bir başka dâvetli de, tanıdığı bir yazara şu notu gönderdi: “Sevgili Güler, salı günkü yazında ‘Bu yılki Bilderberg’e acaba Türkiye’den kim gidecek?’ diye sormuşsun. Bu yılki Bilderberg’e ben katılıyorum. Devlet Bakanı Ali Babacan da katılıyor.. Bu yılki Bilderberg’in ana başlığında Irak sonrası yeniden sınırları çizilmek istenen Ortadoğu planları var. Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyor Bilderberg’in gündemi.”
“Ben gidiyorum” haberini Akşam’dan Güler Kömürcü’ye ileten DYP genel başkan yardımcısı Mehmet Ali Bayar. Ağabeyi Uğur Bayar da 1998 yılı Bilderberg toplantısına çağrılmıştı. Bildiğim kadarıyla, Türkiye’den Bilderberg’e aynı aileden ikinci katılım onlardan önce Koç Ailesi’nde yaşanmıştı: Rahmi Koç (1994) ile kız kardeşi Suna Kıraç (1999)...
Koç Holding’in en tepe yöneticisi Bülent Özaydınlı da geçen yıl Washington DC yakınlarında toplanan Bilderberg’te bulunmuştu... TÜSİAD başkanları da (Erkut Yücaoğlu 1999, Muharrem Kayhan 2000, Cem Boyner 1995) Bilderberg’e sıkça çağrılıyor...
BBC, “Atlas Okyanusu’nun iki tarafında siyasî ağırlığa sahip olağanüstü etkili bir nüfuz grubu olduğu bilinmesine rağmen, Bilderberg’in ne yaptığı çok açık değil” diyor ve eleştiri yöneltenlerin ‘Bilderberg sinsi ve komplocu bir örgüt’ iddiasını izleyicilerle paylaşıyor. “Eğer yararlı bir iş yapıyorsa bunu neden gizliyor?” sorusunu da ekrana taşıdı BBC...
‘Gizli’ Bilderberg toplantısına (Portekiz’dekine) ‘gizlice’ sokulmayı başaran ‘Them: Adventures With Extremists’ adlı kitabın yazarı İngiliz gazeteci Jon Ronson’un örgütle ilgili kanaati Joseph Farah’tan ve BBC’den farklı değil: “Bilderberg söz konusu olduğunda ben yarıkomplocuyum. Her yıl pahalı toplantılar düzenleme zahmetine katlanan, kendilerini basının gözünden saklamak ve gizliliği sürdürmek için olağanüstü gayret sarf edenler, herhalde dünyanın en güçlü insanlarını geyik muhabbeti ve golf için çağırmıyorlar. Bilderberg’in dünya olayları üzerinde etkisi olduğuna inanıyorum.”
Bilderbergçiler dünyaya sadece dış politika açısından bakmıyorlar elbette, ekonomik çıkarlar da ön planda geliyor. Ancak, bazen bu ikisi birbirine dolanıveriyor. Sözgelimi, Irak’a savaş açan, Suriye, İran ve Kuzey Kore’yi fethe hazırlanan ekibin en etkili ismi ABD savunma bakanı Donald Rumsfeld... Rumsfeld de Bilderbergçi; hemen her toplantısına katılan çekirdek kadrodan...
Rumsfeld ile Bilderberg’ten arkadaşı İrlandalı Gen. Peter Sutherland’ın durumu ilginç. Gen. Sutherland, Avrupa Birliği’nde üst düzey görev yaptı, Goldman Sachs ve BP gibi dev şirketlerde başkandı. Rumsfeld ve Sutherland, 2000 yılında, Zürih merkezli enerji firması ABB’nin yönetim kurulu üyesiydiler... ABB, Rumsfeld’in yönetimde bulunduğu dönemde, şimdi ‘şer ekseni’ içinde bulunmasını izah için “Nükleer silâhları var” gerekçesi kullanılan Kuzey Kore’ye iki nükleer reaktör satan firma... Rumsfeld, 1998’de de Kuzey Kore’yi ‘nükleer arayış için olmak’ ile suçlamıştı; ama öteki Bilderberçi arkadaşıyla birlikte, o arada, iki reaktörü Kore’ye satıverdiler...
Bilderberg’e giderken “Ben katılıyorum” diye duyurmaktan çekinmeyen DYP’li M. Ali Bayar mı, yoksa Ak Partili bakan Ali Babacan mı döndüklerinde Versaille’da yaşadıklarını bizlerle paylaşacak? Ben M. Ali Bayar’dan daha fazla umutluyum.

Orhan Gökdemir

Dinamo Mesken

Devrimci Futbol Takımımız ...

Türk futboluna siyasi müdahaleler yıllardan beri tartışma konusu... Ancak bugüne kadar bir kulübün kapatıldığına, üs­telik "politik faaliyetler" gerekçesiyle kapatıldığına tanık olma­mıştık. En azından tanık olmadığımızı düşünüyorduk. Ta ki Bursa'nın adından dolayı kapatılmış amatör futbol kulübü Di­namo Mesken'le tanışıncaya kadar. Dinamo Mesken ilk bakışta adından anlaşılacağı üzere "solcu" ve "yerli" olmanın bahtsızlı­ğına kurban gitmiş ama aslında harcanmış bir kaderi var. Zira Dev - Genç'lilerle ülkücülerin birlikte oynayabileceği kadar si­yasete uzak, delikanlıları "kör siyasetin tehlikelerinden" uzak­laştırma ülküsüne aracı olacak kadar da spora yakındı sadece. Ne var ki, büyük acılar ve travmalar yaşayan bir ülkenin yazgı­sından onlar da nasiplerini aldılar ve hala sindiremedikleri bir tarzda yargılanıp, "isminden dolayı kapatılmış ilk futbol kulü­bü" olarak, talihsiz isimlerini Türk futbol tarihine solgun harflerle yazdırdılar.

Ülkücü "Dinamolu"

80 döneminde Türkiye'nin biraz da mimlenmiş mahallele­rine gözdağı vermek isteyenlerin hışmına uğrayan gençlerin hikâyesi bu. Kulüp yöneticileri bile 20 - 25 yaşlarında. Beraat eden takımdan kimse hapis cezası almadığı için belki şanslılar. Ancak bugün mahallede yaşayanlar dağılan takımlarını bir da­ha toparlayamadıkları İçin üzgün ve kapılarına mühür vurul­duğu için hâlâ kızgınlar. Gerçekten de onlar kendilerini ceza­landıran askeri yönetimin iddia ettiğinin tersine her ideoloji­den insanla barışıktılar.

Kulübün eski oyuncularından olan ve 1993 -1995 yılları arasında MHP Yıldırım İlçe Başkanlığı da ya­pan Osman Yağcı'nın da dediği gibi "Tunç hocamız maçlardan önce soyunma odasında bizlere 'Arkadaşlar Mesken'i mahcup etmeyelim, halkımıza saygılı olalım, milliyetçi olalım, futbolu izletelim' derdi. Siyasi konuşmalar hiç olmadı. Sağcı olduğum için baskı olmadı. Futbola Mesken'de başladım, Mesken'de bı­raktım. Anlayamıyorum. Sadece spor yapan bir kulübü kapat­manın ne anlamı var." Ama Bursa'nın varoşlarında yaşama sa­vaşı veren bu insanlar kesinlikle yanlış anlaşıldıklarını düşün­müyorlardı. Birileri onları işlerine geldiği gibi anlamışlardı. On­lar çağırmadan kendilerini bulduk ve olanları anlamak için her şeyin başladığı güne ve yere doğru yola koyulduk. Bugüne kadar açılmamış olan bu konuyu takımın amigosu Erkan Can'ın ve yargılanmış, işkence görmüş Dinamo Meskenli arkadaşlarının ağzından öğrenmeye çalıştık.

Mimli mahallenin dinamosu

Hikâye, o yılların fırtına gibi esen demir perde takımı Dina­mo Kiev'in Bursaspor'la yaptığı maçlarla başlıyor. Hayatı pay­laşarak yaşamayı şiar edinen muhit insanları İçin maçlar dö­nüm noktası olmuş. 1971'de memleket meselelerinin çözüm­lenmeye çalışıldığı mahalle kıraathanesinde büyük ağabeyler toplanır ve politika yerine spor yaparak Bursa'ya açılma kararı alınır. Kulübün adıysa kendiliğinden ortaya çıkmıştır, kâğıt üzerinde tescillenebildiği şekliyle Ertuğrulgazİ Gençlik ve Spor Kulübü ve fakat taraftarlarının gönlündeki adıyla Dinamo Mes­ken...

Kulüpte siyasi faaliyet yapılmasına yönetim kurulu hiçbir zaman izin vermemiş. Ancak solculuklarından gelen dayanış­ma kültürüyle beklenmedik sonuçlar almaya başlayan takım "kurtarılmış mahallesi"nin adını duyurmaya başladıkça birileri için can sıkıcı olmaya başlamış. Bu baskılar askeri yönetimin Eylül 1981'de kulübü kapatmasıyla son buluyor. Kulübün ka­patıldığı günü yaşayanlardan dönemin yöneticisi Ali Nihat Irkörücü, "Kapatılma gerekçeleri sudan gerekçelerdi" diyor ve şöyle devam ediyor: "Şöyle bir kılıf bulmuşlardı. O gün bir ar­kadaşımız emniyetten izinli olarak esnaftan her zamanki ruti­ne uygun şekilde para toplamaya çıkmıştı. Güya haraç topladı ğımız yönünde İhbar alınmış. Arkadaşımızı po­lis gözetimine, nezarete almışlar. Kapatılmasaydı 7 - 8 tane profesyonel olabilecek oyun­cumuz vardı. Örneğin Kamil Torun kurtuldu. Onu darbe öncesi bir takıma eşofman karşılı­ğında sattık. Maddi durumumuz öyleydi. Ka­mil daha sonra Ankara Demİrspor formasıyla 2. ligde de oynadı. Gerçekten kulübün hiç yap­madığı bir şey varsa o da siyasetti. Yargılandık. Beraat ettik ama federe olma hakkımızı kay­bettik. Masum olduğumuz halde itham edilmiş olmamız bile yeterli bir ceza. İçlerinden bir tek ben 1989 senesinden sonra yasal bir parti olan SHP'den siyasete atıldım. Bunda ya­şadıklarımızın da payı var." Irkörücü hala CHP Yıldırım Merkez İlçe Başkanlığı yapıyor.

Çok şeyler bağlanmış takıma, tabii en başta umut. Çok şeylerini kaybedenler olmuş takımı ayakta tutabilmek İçin. 1980'e kadar bile rahat edememişler. Onları sindirmek için karşı dü­şünceden insanlar yerleştirilmiş mahallelerine. 1976'da Kemalpaşaspor'la yapılan bir maçta "Moskova dışarı" sloganlarıyla ıslıklanmışlar. Eski yönetici Hasan Gürses, "Devamlı emniyet baskısı altındaydık. Haftada bir örgütlenme var mı diye kontrol yapılıyordu" diyor. "Büyük pa­ralar harcadık. Babamın emekli parasının yarı­sını kulübe yatırdım. Kardeşimle kavga ettik. Kapatıldığı gün minibüs tutmak için toplanan paraları sayıyordum. Lokali bastılar. Masadaki paralarla birlikte her şeye el koydular.""Hangi Örgüttensin, silahlar nerede?"

Takım, deplasman masrafları için kapı, kapı para toplamak zorunda kalmış. Ancak bunu bir türlü anlatamamışlar. Tutuklanma gününü, "Paraları sayarken hepimizi siyasi şubeye gö­türdüler. İki gün boyunca dayak yedik, kapanış da öyle oldu" diyerek açıklıyor, Avanta Kemal. Bütün baskılara karşın, elbette ki bu kadarını beklemiyorlarmış. İşin garip tarafı bir süre ku­lübün yeniden açılabileceğine inanmışlar.Emniyetteki sorular hep ters köşeden. Cengiz'e yöneltilen soru "hangi örgüttensin sİlahları nerden temin ediyorsun?" Bugün o sorulara bir cevabı var Tunç hocanın: "Bize saldıran in­sanlardan daha milliyetçi insanları yetiştirdik biz. Erkan Can gibi birini çıkardık. Gözlerim yaşarıyor şimdi, o kulübü kapatmak devlete hiç yakışmazdı."

Erkan Can, o dönem takımın maskotu. Amigoluk yapıyor. Tribünlerden aldığı ilhamla sahneye transfer olmuş. Takımın eski kalecisi Kamyon Vedat, "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" filminde Erkan Can'a oyuncu koçluğu da yap­mış. Onu anlatırken "Kendisine amigo demez­di Erkan. Seyirci organizatörü derdi. Ne oldu­ğunu anlayamadığımız marşlarla tribünü ateş­lerdi. Rakip taraftarları şok ederdi" diyor. Ta­kımla ilgili söylediği şeylerse diğerleriyle aynı: "Arkadaşlarımızın katiyen politik bir misyonu yoktu."Formaya aşıktık biz O günlerden unutmak İstedikleri şeyler de var. Kahvehaneye huzursuzluk çöküyor. Takım kaptanı Fahrettin bu noktada yapıştırıyor ceva­bını "Siz yoksa devre arasında Çav Bella'yı mı okuduğumuzu sanmıştınız." "Sahada kendini devrimci gibi mi hissediyordun, futbolcu gibi mi?" diye sorduğumuz 10 numara Arnavut Özcan'dan da bir şey çıkmayınca; takımın büyüklerinden Ertuğrul Kanşay karışıyor söze; "Bizim Dinamo'muz, yalnızca sahadaki dinamizmimizdi. Mesken, sol kesimin olduğu bir mahalleydi. Kapatma nedeni bu. Bilmem anlatabiliyor muyum?" Özcan Selamet takımın hücuma dönük orta saha oyuncusu, kaldığı yerden devam ediyor. "Formaya âşıktık biz. Forma almaya gücümüz, olmadığı için herkes fanilasıyla gelirdi. Arkalarına numara yapıştırırdık. Maçımız 11.00'deyken sabahın 05.00'İnde, karanlıkta kulüpte beklediğimizi biliyorum. Böyle bir ruhtu bizi birbirimize bağlayan". Arnavut, bir süre daha oynadığından, futbolu Mesken'de bırakan ar­kadaşlarının psikolojisini en iyi anlatabilecek isim. Arkadaşlarının kaderini yorumlarken "Futbol bir tutku. Oynadığım için söylüyorum devam edememek çok acı. Ben, kulüp kapanmadan önce başka bir takıma geçtim, orday­ken bile Meskenlilerle idmana çıkardım. Böyle bir ruhumuz vardı." Özcan Selamet, bugün halâ "militan" değil ve Cavit Çağlar'ın mutemetlğini yapıyor.

Bahis "Ruh"tan açılınca konuşanların hevesi yükseliyor; başka kulüpten bonservisini cebinden ödeyerek gelen Bülent ve evliliğinin ikinci günü kupa maçına çıkan İbrahim Aksal gibi. "İkinci gün Tunç Hocam geldi, kupa maçımız var, gelirmisin, dedi. Tereddüt etmedim. Eşofmanlarımı giyindim, çıktım. 0 gün kupayı kazandık. Unutamıyorum. Çok farklı bir duy­guydu"Top bir daha santraya dönemedi Duygulara hasımlık edenler, Dinamo'yla yetinmemişler. Semtin Dinamo türevi kurulan diğer takımları Ortabağlar ve Teleferik Kartalspor da aynı akıbeti yaşamış. Ortabağlar'ın yö­neticisi berber Enver Ünal'ın yüzüne karşı, "Biz bu mahallenin siyasi kimliğini biliyoruz. Kulü­bü neden kapattığımızı da herkes bilsin" denilmiş ."Varsayımlar üzerinden hareket edenler, gelip şu insanlara bir baksa kendilerinden utanacak. Hepsi beraat etmiştir ve bugün Mesken'de İtibar göre­rek dolaşırlar." Oyuncu olanlarının İçindeyse yargılanmış bir tek İsmail Güzeltürk bulunuyor. Sahadaki pozisyonu "sağ bek". İronik bir rastlantı. Yaşananlardan çıkarılacak dersler basit. 1981'de başına bü­yük belalar almış küçük bir takım kapatılmadı. Hayatında hiç karakola gitmemiş olanlar kapatılma kararının ardından gözal­tında işkence gördüler. Top bir daha santraya dönemedi. Kapatılmasa memlekete "zararı" ne olurdu bilinmez. Ancak ku­lüplerin günümüzde yetiştirdiği gençleri düşündüğümüzde söylenecekleri toparlıyor Kenan Demir "Gençlerimize borçlu­yuz. Yarım kalmış işlevimizi tamamlamalıyız. Türkiye bizden başka acılar da yaşadı. Ama kulübümüz bugün açık olsa ve Mesken'de yaşasaydı Ogün Samast katil değil, belki de o katile tavır koyan bir sporcu olabilirdi."

Erkan Can' la Söyleşi

80 döneminde gençlik yıllarınızın geçtiği Bursa'da siyasi gerekçelerle kapatılmış bir kulübünüzün olduğunu söylediniz. Nedir bu Dinamo? Bu bir espri miydi? Eğer doğ­ruysa bu bir ilk. Neydi Mesken'in öyküsü?

- 80’li yıllar, amatör takımlar devri. 22 ya­şındaydım. O zamanlar yeni yeni ucuz mes­kenler kuruluyordu Bursa'da. Top oynayacak yerimiz çoktu. Daha sonra mahallenin altına eğitim enstitüsü açılınca oradan öğrenci ağabeylerimiz geldi. Mahalleli de onlarla be­raber kulüpte takılmaya başladı, solcu oldu. Kulüp orada doğdu. Takımın adını Dinamo Mesken koydular. Daha sonra futbol falan bitti. Kimse arkasını sormadı, açılmadı.

Sizin o yıllarda kalecilik de yaptığınız söy­leniyor. Kaleci, argoda parasız anlamında kullanılır. Nasılsın diye sorduklarında "Schumacher gibiyim" diyormussunuz. Ama sanırım siz takımın amigosuydunuz...

- Kalecilik yapmadım. O benim jargonum. Nasılsın diyorlar, kaleciyim diyorum. Bekliyo­ruz, para yok, pul yok, kaleci durumu da ora­dan gelir. O benim otuz yıldır söylediğim bir durumdur yani. Amigoluk yaptım tabii ki.

Nasıl bağırttırıyordunuz tribünleri?

- Dinamo'nun gençleri, bir elinde şişe, sa­atlerce neşe! Dinamo'nun gençleri birçok menekşe!Mahalle benimsiyor muydu Dinamo Mesken'i?- Tabi canım, gurur duyardık! Tomas Or­hanlar, Yakalı Mehmetler, Komando Musta­fa la r, Avanta Kemaller, Ertuğrul Kanşay. Bu abiler bilirler bunları.

Sizin de lakabınız var mıydı?

- Sarı! Benim lakabım san'dır. Adımı bil­mem. Eskiden daha da sarıydım, sapsarıy­dım. Kill Bill!

Peki derdiniz neydi, mahalleyi Moskova'ya bağlamak gibi bir niyetiniz mi vardı?

- (Gülüşmeler) Yoo... Zaten solcu bir ma­hallede büyüdüğümüz için takımın adı da böyle olacaktı. Çok normaldi bu.

Anladığım kadarıyla darbe öncesi mahalleler kendi kulüplerini kalkındırabiliyordu ama sonra her şey için para gerekti. Bu arada o yardımlaşma durumu da darbeyle birlikte gitti.

- Evet, başka bir şeyler lazımdı, yetmedi. "Satıyorlar oğlum" diyor, Rafet El Roman'ın filmde oynadığı karakter. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, her şeyi anlatıyor bence. Zaten hikâyesi de Akyazı Akınspor'dur. Bİz onu Bursa hikayeleriyle harmanladık. Bursa'da çekildi film.Bursa'nın spor camiasının eskilerinden birkaç kişiyi aradık. Dinamo Mesken'in varlığıyla ilgili sorular sorduk.

Sağ cenahın eskilerinden biri sizin bunu abarttığınızı...

- Sağdan yürüsün, saçak altından, cüzdan bulur belki!

Hayat futbola fena halde benzer diye bir sloganı var filmin. Dinamo Mesken'in hi­kâyesine baktığımızda görüyoruz, futbol da siyasete benziyor. Şu anda da Çarşı gru­bunun müdavimi olduğu bir mekândayız. Futbolu ve siyaseti birlikte nasıl yorumlu­yorsunuz?

- Stratejidir. Programdır; koçluk işidir, ka­fana göre oynayamazsın. Futbolun da haya­tın içindeki gibi bir ahlakı var. Tek başına yapılabilen bir şey değildir. "Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine." Ha­yatı sürdürebilmek için dört doğru pas yüz­de 90 goldür. Siyasette de böyle. Çarşı'yı da seviyorum tabi. İyi bir tribünü var.

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar'da siz kaleci Torba Suat'ı canlandırdınız. Karakterin si­zin üzerinize yazıldığı söylenir. Dinamo Mesken'den esinlenildi mi filmde?

- Yok, ama bunları anlatmıştım, etkisi ol­muştur yani.

Ehl-i Beyt Kavramı Üzerine

Yakin zamanlara kadar Islam’a yoneltilen en siradan elestiri,daha çok onu asagilama haliyle,islamin “kutleleri uyusturan,teslimiyetçi” yapisiydi.Turkiye’de ‘aydin’ tanimi arasinda sayilip da,geçmiste ‘islam’in bu yonunu,oyle ya da boyle, asagilamamis insan pek yoktur.Onlarin fikir babalari, elbette, Avrupa’nin ‘aydinlanmaci’ kaynaklariydi. “Sinif savasimcisi” Marksizm’in dogu toplumlari,Hintliler, uzerine ‘kadercilik’,’duraganlik’,’uyusturulmusluk’ sozcukleri ile ifade edilenler de,’dogu dinleri’nde,genel olarak, var oldugu sanilan bu ozelliklerdi.

Gunumuzde ise, butun bati ve hatta butun dunya ulkeleri, geçmiste adeta cografi ve ırki nedenlere baglanarak açiklanmaya çalisilan islamin teslimiyetçi ozelliginin,yeniden elde edilmesi için,neredeyse,yagmur duasina çikacaklar ...

Dünün duragan,teslimiyetçi,kaderci topluluklarinin dini islam gunumuzde birdenbire, “kuresel terorizm”in bir numarali ogesi haline gelivermistir çünkü!

Dün, ‘uyusuklugu’yla asagilanan bu ayni islam, bugün,neredeyse bütün ülkelerde,hukuki olan ve olmayan,adaletli olan ve olmayan bir sira tedbirle,baskaldirisi engellenmeye çalisilan bir din halindedir..

Bu fenomeni , sadece,islamin bugun dunyanin en geri ulkelerinin çogunlugundaki din olusuyla ve bu ulke topluluklarinin islama,Bati’ya direnmenin bir biçimi olarak sarilmalari olgusuyla açiklayabilir miyiz?Bir noktaya kadar,evet..Fakat sonrasi da gereklidir.

Ayni Mardin yerlesiminde yanyana duran Yezidiler ile Suryani’ler arasinda,modernizme uyum bakimindan,buyuk farklar var ise,bunun nedenlerini sadece cografi veya etnik unsurlarda aramanin saglam bir temeli olamayacagi açik.

Kürtlerin geri kalmisligi ve orgütlenme zaafiyeti,sadece tarihteki hep kotü ‘otekiler’ faktorleriyle açiklanabilir mi? Kürtlerin tarihteki dinlerinin ve bu dinlere bagli orgutlenme ve egitim tarzlarinin,onlarin ‘vahsi’ kalislarinda her hangi bir rolu olmamis midir?

Hiristiyanlik, ‘Avrupa dini’ oldugu için mi ‘ileri’nin temsilcisi olabilmistir;yoksa Avrupalilari ilerleten,bu dinsel orgutlenisin ve ona bagli egitim tarzinin kendisi midir? Papa’nin, ‘tanri akildir’ sozuyle ozetlemeye çalistigi hiristiyanlik,onu sececek veya secmis geri bir Afrika ulkesinde Avrupa’da var olan etkiyi gosterebilir miydi?

Bu tur sorular, bizi,dinlerin toplumda oynadiklari roller bakimindan,ayri ayri ele alinmasi gerektigini;onlarin erken doneme dayanan orgutlenme tarzlarinin ve ilk tapinak orgutlenmelerinin toplumsal fonksiyonlarini tanimadan,genel olarak ‘tanri’,’inanç’,’iman’ gibi kavramlarla açiklamaya kalkismanin içi bos yinelemeler olarak kalacagini gosteriyor.

Eski ve onlara dayanarak gunumuze ulasan simdiki dinlerin toplumsal kaynaklarini ,orgutlenis tarzlarini,bu orgutlenis tarzlarinin eski toplumdaki gerçek fonksiyonel anlamlarini arastirirken,burada,bize,ornegin, bir çok olguya uydugu kadar,ayni zamanda onlara uymayan Weber’ci ‘karizmatik otorite’ turu kavramlarin; College de France’ın egitim salonlarinda tinlayan Foucault’cu sozcuklerin, pek fayda saglayamadiklarini goruyoruz.


Erkek ve kadin sunneti’nin,ibadetin ,rituellerin ,orucun ,bayram’in vb.vb. kaynaklari gibi toplumun elle tutulur kurumlarinda,herhangi bir sekilde,bugune degin,açik,ikna edici,insan toplumuna has tarzda ortaya konulmus açiklamalar bulunmuyor .Bunun asil nedeni ,arayici beyinlerin,butun bu toplumsal olgulara iliskin kaynak konularini, aranmamasi gereken yerlerde aramalariydi.Bunda elbette,Akadosumer kaynaklarinin,onceden yeterince bilinmemesinin,giderek taninmis olmasinin rol oynadigi da kuskusuz.Ama asil olan,bir yonelim yanilgisiydi.

Dinlerin kaynaklarinin eskiden arandigi alanlar ve ‘açiklayici’ oldugu sanilan kavramlar ruh,hayal,imagination gibi fenomenlerdir ve fakat bunlar dini kurumlarin asil kaynaklarini dogrudan açiklayici degeri olmayan,yardimci, kategorilerdir.

Insan ruhuna ulasmayan,ulasmayi hedeflemeyen bir din olmadigina gore,dinsel psikoloji,din sosyolojisi,ruh bilimi,dinsel inanç kaynaklarina bagli olarak ele alindigi olçude bilimsel islevini yerine getirebilir..Tek baslarina ‘din’i açiklayamazlar.

***

Genel çizgileriyle toplum tarihini incelerken, garip tutumlarla karsilasiriz. Ornegin,milyonlarca inançlinin kutsal saydigi bir Kudus kavraminin ne tarihteki anlamlari tam olarak açiklanmistir;ne de,neden uç din bakimindan da boylesine onemli kutsal bir merkez olarak kabul edildigi..


‘Ehal’ adi verilen,Musa’da “bulusma çadirinin” “en kutsal yer”i olarak geçen; Musevi Sinogoglarınin “en kutsal mekanı” olarak ele alinan; bir kapali dolap veya niş şeklinde yapilan bu bolum neden “kutsallarin kutsali” olarak ele aliniyor olabilir?

Kuran’da , "el-beyt" ,"beytullah", “el-Beytü'l-Haram” (Haram Evi) , “el-Beytü'l-Atîk” (eski ev),“Bakka (la mecque)” şekillerinde de aktarilan Kabe’ye iliskin ifadelerin ,kavramsal ve içeriksel degerleri nedir?

Ehl-i Beyt anlayışı, vahdet-i vücutla beraber Bektaşî-Alevî inancinin kimlik oluşturucusu ise,bu kavramlara,tarihsel boyutlari içinde yaklasmadan,onlara olan inancin toplumsal kaynaklarini tarihteki biçimiyle anlayabilmemiz mumkun mu?

***

‘Ekalliyet’ sozcugu,bir kavramin 6000 yil boyunca geçirebildigi içerik ve sesdeger degisikliklerini gormek bakimindan ilginç bir ornek.

Keskin kelimelere bezeyerek ‘tarih aktarma’ tutumlariyla tanidigimiz tarihçi llber Ortaylı,birkaç yil once yapilmis olmasi gereken, bir toplantida, “azinlik” kavramini tartisirken “ekalliyet” konusunda soyle diyordu:

“Osmanlı Imparatorluğunda gayrimüslim azınlıklar başlığı tashihe muhtaçtır.

Çünkü imparatorlukta azınlık yoktur...
‘Azınlık’ bizim imparatorluğumuzun son 30 senesinde milliyetçi ve laik çevrelerin, yani Jön Türklerin arasında Fransızca minorite’den tercüme edilerek Arapça bir kelimeyle "ekallıyet"le karşılanmış, "ekalliyetin" minorite karşılığında böyle kullanılması da eski Araplara malum değildir. Eski Araplara "ekalliyeti" sorarsanız, simyagerler kullanırlar. Belki belki aşçılar bunun ne anlama geldiğini bilir. Fakat cemiyet hayatında ekalliyetin bir grubu ifade etmesi için kullanılmaz” (*)

Oysa ,’Ekalliyet’ kavrami,kelime kokeni itibariyle,tarihte toplumsal alana Semitik, arapça bir kavram olarak çikmamistir zaten.Fakat yine de araplara 'malum' bir kelime olmaliydi..Bu birlesik sozcuk erken donemde,sami olmayan, “Sumer” denilen topluluguna ait 'ev','saray','tapinak' anlamlariyla kullanilacak olan "E" sozcugu ile basliyordu ve tapinaklarin ortaya çiklmasiyla birlikte oldukça yaygin bir sekilde kullanilmaya baslanmisti."E" nin sami karsiligi ise "beyt","bit" idi ve ozellikle kutsal alanda hem eski 'sumerce' biçimi olan “Egal-Ehal"** ; hem de onun Sami-arapça karsiligi "Beyt" olarak kullanilmisti.Her kavram gibi burada da bir içerik kaymasi,anlam degismesi ortaya çikmis olabilse bile,bu sozcugun ,”E-gal-lu” turunden,yani 'saray adami','buyuk ev gorevlisi','tapinak-dini gorevlisi' gibi anlamlar uzerinden,tapinak tanimayan musluman çogunluk içinde,o anin kosullarina bagli olarak 'yabanci' olani ifade eden bir deger kazanmis olabilecegi açiktir ve herhalde boyle de olmustur.

Dogal olarak ,onu “Arapça bir kelime” olmakla degerlendirmek,ya da jonturklerin var kildigi bir kavram olarak nitelemek,dogru olmayacagi gibi tarihçilige de pek yakismayacaktir....