İnanca Saygı?

Tevbe Suresi 5. Ayet

Fe izânselehal eşhurul hurumu faktulûl muşrikîne haysu vecedtumûhum ve huzûhum vahsurûhum vak'udû lehum kulle marsad (marsadin), fe in tâbû ve ekâmûs salâte ve âtûz zekâte fe hallû sebîlehum, innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.



Bu yazıyı burada noktalasam "riks budur" diye felsefe sınavında kağıt veren öğrenci gibi davranmış olur muyum bilemedim ama madem başladık devam edelim.

" sunni inancına saygı göster lan allahsız"
Efendim bizim toprakların inanca saygı retoriğinden anlamamız gereken tek şey " sunni inancına saygı göster lan allahsız" temasıdır. Yoksa inananların biz inanmayanlara saygı gösterme gibi bir dertleri asla olmamıştır. Gelin bunları yaşanmış ya da ajite örneklerle pekiştirelim.

Pekiştirme

Önce ajitasyon; varsayalım ki çok param var ve kafayı da kırdım inceden; türküyenin çeşitli yerlerine 80.000 adet bina diktim, bu binalara muazzam ses sistemi kurdum ve günde 5 kez hoparlörden "allah yok " anonsu yaptırıyorum. Şimdi sizce bu yaptığım şey inanca saygısızlık mı? Cevabınız evetse bunun 80.000 camiden günde 5 kez ezan okunmasından farkı nedir? Ezanın toplumun büyük kısmının ortak inanç değerinin bir sembolü olması mı? Yani inanca saygı aslında çoğunluğun inancına mı saygı? 

Ajitasyona devam; " abi adamlar islamdan önce peynirden tanrı yapıp ona tapıyorlarmış bildiğin gerzeklik bu" ya da "hindistanda öküze tapıyorlar, abi bildiğin öküz lan? ". E sen de bilinmezliğine tapıyorsun? Sırf sen inanıyorsun diye hiç görmediğin bir tanrıya tapmak peynire tapmaktan neden daha az gülünç olsun? 

 " biz oruçluyken sen neden yemek yiyorsun lan göt?"
Yaşanmışlıklar; sene 1999; marmara üniversitesinde öğrenciyim, "müslüman gençlik" adlı siyasi gençlik hareketi üniversitelerde türbanın serbest bırakılması için eylem çağrısı yaptı. O zamanlar gerizekalı bir özgürlükçü olduğum için eyleme katıldım. İnsanlar dini inançları gereği eğitim hakkında mahrum bırakılamaz diye pankartlar taşıdım, ellerim kırılaydı. Bu eylemden sadece 1-2 ay sonra ramazan ayında yemekhanede oruçsuz halimle yemek yediğim için satırlı / döner bıçaklı saldırıya uğradım. 

Bu aşağıdaki link bizim göztepe kampüsündeki olaydan bir gün sonrasına ait, bu kez yer haydarpaşa kampüsü, konu aynı " biz oruçluyken sen neden yemek yiyorsun lan göt?"

http://www.porttakal.com/ahaber-universitedeki-oruc-gerginligi-catismaya-donustu-8-yarali-208280.html 

Bu örnekten anlıyoruzki özgürlük denince akla türbana özgürlük geliyor, oruç tutmama özgürlüğü söz konusu dahi değil.

Hadi biz allahsız kitapsız insanlarız, haram aylar çıkınca katlimiz farz. Aynı dine inanan alevilere gösterilen olağanüstü hoşgörü ortamına ne diyeceksiniz?

http://geleceginicin.com/alevi-ogrenci-olmanin-bedeli-dayak-dayagin-bedeli-ise-4-400-tl/

Başka örnekler de var elbet; en çok yaşananı şu; " abicim zaten hava sıcak; 16 saat aç, susuz ve cigarasız kalıyorum, pezevenk karşımda fosur fosur sigara içiyor, kaptım haydarı indirim kafasına "

http://www.airporthaber.com/aktuel-haberler/niye-oruc-tutmuyorsun-dayagi-26728h.html

Çünkü o sunni bir müslüman, o oruç tuttuğu zaman bütün lokantalar kapalı olmalı, o oruçluyken sokakta sigara içilmez su içilmez yemek yenmez, çünkü onun nefsine ve inancına hakaret bu hareketler. Oruç fakiri anlamak için tutulur benim bildiğim kadarı ile, fakir ve aç bir adam gidip zengin mi dövüyor? Ayrıca  nefsine hakim olmak değilmidir, iyi insan olmak değilmidir orucu kuru açlıktan ayıran şey?

Hadi ajitasyona devam; babam şeker hastası; günde 7-8 öğün yemesi gerekiyor. Velevki adam ramazan günü sokakta haşır huşur elma yedi. Dayak garanti mi? Aman elma yemeyeyim şeker komasına gireyim yeterki inanca saygısızlık etmeyeyim mi demesi lazım? 

" sunni deyılsin "
Örnekler konusunda hamdolsun sıkıntımız yok bu topraklarda; sunni müslümanların 1 avuç caferiye tahammülsüzlüğüne bakalım mı? Caminin adına dikkat edin, peygamberin adını taşıyor lakin sunniler camiyi yakmış? Neden, gayet basit " sunni deyılsin "

http://www.milliyet.com.tr/caferi-camisine-ikinci-saldiri-gundem-1909379/

Maraşa, sivasa, çoruma girmiyorum. Oruçlu olduğu için, namaz kıldığı için, sadece sunni olduğu için dövülen / yakılan / öldürülen bir tane adam gösteremezsiniz, ama ben bunun tersini size günlerce anlatırım.

Görünen köy kılavuz istemez; sunni islamın tek derdi kendi yaşam biçimini herkese kabül ettirmekten öte birşey değildir, kimseye de saygı falan göstermez. İslam neden bir yaşam biçimi dayatır bunu aşağıda göreceğiz.

Bu fasılayı kapatırken son söz olarak; saygının karşılıklı olduğu zaman anlamlı olduğu, karşı taraf size saygı duymuyorsa ve yaşam biçiminize tahammül edemiyorsa bu noktada yapılacak şey islamla olan bütün ilişkinizi kesmek ve onun tüm değerlerini reddetmek olduğunu bilmemiz gerektiğidir.

İnanca Saygı = Dipsiz Kuyu

Gelelim islamın neden bir hayat biçimi zorluyor olduğu gerçeğini açıklamaya.

İman temennni ve süs değil, kalbe yerleşmiş ve yapıp edilenlerle doğrulanmış olandır. ( Hadis )

Yani şair burda diyorki; imanlı olmak için inanmak yetmez onun emirlerine göre yaşayacaksın, eee elbette öyle tabi, kim bunun aksini iddia edebilirki?

İşte sorun burda başlıyor, islam pek çok dinin aksine ve iddia edildiği gibi sadece allahla kul arasındaki ilişkiler silsilesi değildir, islam dini ve onun kuralları bütün bir toplumsal hayatı biçimlendirir. Neyi yiyip neyi yememeniz gerektiğinden kıyafetleriniz, miras hukukundan kadın erken ilişkilerine kadar geniş bir yelpazede size hayat biçimini dayatır.

Nur Suresi 31. Ayet
İnanan kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar ve açığa çıkanlardan, görünenlerden başka ziynetlerini göstermesinler ve örtülerini, göğüslerini örtecek bir tarzda omuzlarından aşağıya doğru salsınlar; kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babasından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut Müslüman kadınlardan, yahut kendi malları olan kölelerden, yahut erkeklikten kesilmiş veya kudreti olmayan erkek hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların gizli hallerine vâkıf olmayan erkek çocuklardan başka erkeklere ziynetlerini göstermesinler; gizledikleri ziynetler, bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar ve tövbe edin hepiniz Allah'a ey inananlar da kurtulun, erin murâdınıza.

Göründüğü gibi örtünme adına ne derseniz diyin allahın emridir ve iman eden kadınlar örtünmek zorundadır. Bizde inanca saygı gereği iman eden kadınların türbanları ile kamuda çalışmalarına izin verdik yakın zamanda ( büyük hata !!!! ).

Hadi nur suresi 31. ayet allahın emri peki nisa suresi 34. ayet allahın emri değilmi?

Nisa Suresi 34. Ayet
Erkekler, kadınlardan üstündür, çünkü Allah onları bir çok şeylerde kadınlardan üstün etmiştir, çünkü onlar, kadınları, mallarıyla geçindirirler, doyururlar; iyi kadınlar da itaatli olurlar ve Allah, onların hakkını nasıl korumuşsa onlar da, kocaları yanlarında olmasa bile, iffetlerini korurlar. Kadınlarınızın serkeşliğinden korkunca onlara öğüt verin, onları yatakta yalnız bırakın, dövün onları. Fakat itaat ettikleri takdîrde de aleyhlerine bir sebep araştırmayın, şüphe yok ki Allah çok yüce ve büyüktür.

İnanca saygı dedik, ayette yazıyor dedik türbanlı kadına kamuda çalışması için izin veren kanunu çıkardık. Pekiiiii; ben hanımımı dövdüm diyelim, sonra mahkemeye çıktım savunmamda da bu ayeti gösterdim ve inancım gereği yaptığımı söyledim. Medeni hukukla çelişmiyor mu bu iş? Bal gibi çeliişiyor, peki  madem eşitlik istiyorsun pezevenk adam nur suresine gelince inanca saygı nisa suresine gelince neden meeeee? ( kıt kıt & meeeee metaforu )

Dur lan dur daha, daha nisa 11 var, miras hukukunu da esnetip inanca saygılı bir hale getireceğiz;

Nisa Suresi 11. Ayet
Allah, evlâdınız hakkında size şunu tavsiye eder: Erkeğin payı, iki kızın payı kadardır. Kızlar, ikiden fazlaysa terekenin üçte ikisi onlarındır, kız bir taneyse yarısı onun. Bir çocuğu varsa anayla babanın her birine, terekenin altıda biri kalır. Çocuğu yok da anasıyla babası mîrasçı olursa üçte biri ananındır. Kardeşleri varsa bıraktığı maldan, vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra kalanın altıda biri anaya aittir. Babalarınızdan, oğullarınızdan hangisi, size daha faydalıdır, bilemezsiniz. Bu, Allah'tan farzdır. Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir.

Ben kızıma oğlumun yarısı kadar miras bıraktım, kızım da mahkemeye verdi. Benim oğlan çakal tabi, çıkarıp masasın üstüne şraaaak diye koydu ( ayeti ). Hakim bey inancımız gereği merhum pederimiz bize bu şekilde miras bıraktı. Allahın dediği olur, egemenlik onundur; dedi. Eh mecbur hukukta bu esnekliği sağlayacağız çümkü nisa suresi de tıpkı nur suresi gibi allahın emri, nur suresinde hukuku inanca saygı noktasında evet kimse kusura bakmasın esnettik, o zaman burada da yapacağız.

Sevgili kırşehirliler, gördüğünüz gibi islamda sınır yada son diye birşey yok, that is why we have modern and medeni hukuk. İnanca bir kez saygılı oldunuz mu inancın diğer değerlerine de saygılı ve esnek olmanız lazım. Biz bu nedenle götümüzü yırtıyoruz laiklik bu toprakların en yakıcı sorunudur diye.

Gerçek islam bu değil yhaaaaa

En sevdiğim konu :)

Ne zaman islamla alakalı olumsuz bir örnek teşkil etse hemen yanıt gelir " gerçek islam bu değil yhaa, asrı saadet zamanında bu işler böyle değildi ". Yok yaw, nasıldı peki? Valla ben merak ettim araştırdım; alın size boru gibi gerçekler;

Hadi gündemle başlayalım; efendim IŞID kentlerde yağma yapıyor, yağma islamda yok; 

Enfal 41
Ve iyice bilin ki ganîmet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın ve Peygamberin ve yakınların ve yetimlerin ve yoksulların ve yolda kalmışlarındır. Allah'a inanmışsanız ve hak ile bâtılın ayrıldığı, yâni iki ordunun birbiriyle buluştuğu gün kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz ve Allah'ın her şeye gücü yeter.


Muhammed savaş ganimeti hakkı verilen ( ? ) tek peygamberdir, yakınlarına bu payı nasıl dağıtmış peki? Belliki orda bazı itirazlar olmuş ve hemen şak diye başka bir ayet gelmiş;

Haşr 6
"Ey inananlar! Onların mallarından, Allah'ın Peygamberi'ne verdiği şeyler için siz ne at ve ne de deve sürdünüz; fakat Al­lah Peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük ve­rir. .." 

Olay şu; ganimetten az pay alan biri itiraz ediyor, sonra bu kapak gibi ayet iniyor, iş çözülüyor.

Demekki IŞID yağma hakkını kurandan alıyor, that is the gerçek islam bro?

E ama IŞID savaş ganimeti olarak kadınları da alacağını söylüyor, hatta Fatih Tezcan ne demişti " o gün geldiğinde kadın çığlıkları saracak her yeri" o gün dediği tevbe 5'de bahsedilen haram ayların çıktığı gün. Ama lakin kadınlar savaş ganimetidir, bu sünnettir.

Konu : Resulullah (sav)`ın Zevceleri 
Ravi : Enes 
Hadis : Resulullah (sav) Hayber`e geldi. Allah kaleyi fethetmeyi müyesser kılınca, kendisine Safiyye Bintu Huyey İbni Ahtab`ın güzelliğinden bahsedildi. Safiyye`nin kocası savaş sırasında öldürülmüştü. Kadın daha yeni evlenmişti. Aleyhissalatu vesselam, ganimetten pay olarak kendisine onu seçti. Oradan Safiyye ile birlikte çıktılar. Revha nam mevkiye geldiler. Aleyhissalatu vesselam orada gerdek yaptı. Sonra küçük bir yaygı içerisinde has (denen hurma, yağ ve keş`ten mamul bir yemek) hazırladı. Sonra bana: "Etrafındakileri çağır!" buyurdu. Bu, Resulullah (sav)`ın Safıyye için verdiği düğün yemeği idi. Sonra oradan Medine`ye hareket ettik. Resulullah (sav) Safiyye için, bineğinin terkisine bir örtü seriyordu. Sonra devesinin yanıda çömelip dizini dayadı. Safiyye (ra), dizine basarak deveye bindi.HadisNo : 5617


Peygamber, savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesinin bir sakıncası olmadığını söyledi (Buhari, Cihad/146; Ebu Davud 113)

Hadis gayet net, savaşta kocası ölmüş kadını kendine ganimet alabilirsin, dişini misvak denilen odun parçasıyla temizlemek sünnet de bu değil mi? Where is the inanca saygı? IŞID islamın şartlarını yerine getirmiş işte?


"Anadolu islamı arap islamı gibi değil abi, bir başka güzel. Mesela bizim türkmenlerde çocuk yaşta kızlarla evlenilmez". Bak bunu diyen adam en tehlikelisi, cahil ve cahilliğinden bihaber, house cafede oturup anadolu müslümanlığı hakkında konuşuyor. Ulan maraş, sivas ve çorum nerde, trakyada mı? cayır cayır adam yakanlar anadolu müslümanı değilmi? Bakın standart bir anadolu müslümanının bir gününü size anlatayım.

Sabah namazı kılınır, namaz sonrası ahaber kanalı açılır berkin elvan ölüm haberi görülür "iyi olmuş piçe ne işi varmış taksimde " temalı sinkaflı bir küfür edilir. Bismilla ile evden çıkılır, işe giderken yol vermeyen taksicinin anasına sövülür. Market sahibi olarak marketin bismilla ile kepengi açılır, markete gelen 13 yaşındakı kızın yeni tomurcuklanmış memelerine ( http://www.kuranmeali.org/78/nebe_suresi/33.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx ) bakılır ve iç geçirilir. Akabinde öğle namazı kılınır, öğleden sonra markete gelen komşunun hanımının götüne bakılır. İkindi namazı ardından sabah markete gelen 13 yaşındaki kız taciz edilir ( http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/sakaryada-taciz-zanlisina-linc-girisimi ). Akşam namazı ardından kılışdar çok garıştırdı diyerek çekyatta uyunur. Standart anadolu müslümanı böyledir sen ne anlatıyorsun cam kafesinden hiç çıkmamış sözde aydın?


Hadis No: 1553 - Buhari
Ben altı yaşında bir kız iken Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem beni akd ve nikâh eylemişti. (Üç sene sonra) biz Medîne`ye hicret ettik. Hâris İbn-i Hazrec oğullarının menziline indik. Müteâkıben ben, sıtmaya tutuldum. Bu cihetle saçım döküldü. (Hastalıktan kurtulduktan sonra) saçım gürleşti, uzayıp omuzlarıma döküldü. Bir kere ben, arkadaşlarımla berâber salıncakta oynarken annem Ümmü Rumân bana doğru geldi ve beni çağırdı. Ben de annemin yanına geldim. Beni ne edeceğini bilmiyordum. Annem elimi tuttu. Tâ evin kapısı önün (e geldiğimizde ora) da beni durdurdu. Ben de yorgunluktan kaba kaba soluyordum. Nihâyet soluğum biraz yatıştı. Sonra annem biraz su aldı. Onunla yüzümü, başımı sıvazladı. Sonra beni eve koydu. Evde Ensâr`dan birtakım kadınlar hazır bulunyordu. Bunlar bana: – Hayır ve bereket üzere geldin, hayırlı kısmet getirdin! di(ye alkışla) dılar. Annem beni bu kadınlara teslîm etti. Bunlar da benim kılığımı, kıyâfetimi düzlediler ve Resûlullah`a teslîm ettiler. Beni hiçbir şey sıkmadı. Ancak Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`i habersiz görünce sıkıldım. (Resûlullah bir sedir üzerine oturmuştu. Yanında Ensâr erkeklerinden, kadınlarından oturanlar vardı. Beni Resûlullah yanına oturttu). Ensâr kadınları beni Resûlullah`a takdîm ettiklerinde ben dokuz yaşında bir kızdım.”

Odun parçasıyla diş fırçalamak sünnetse bu nedir? Geçiniz efendim bu işleri, islamda kız adet gördüğü anda evlenebilir, bu iş bu kadar basit. Adet görme yaşını tartışmıyoruz.

2 sene evvel hanımıma bir soru sordum, şimdi size de soruyorum;

" Adam 65 yaşında, evlatlık oğlu 30. Evlatlık  oğlunun karısı çok güzel, adeta bir içim su, gel zaman git zaman bu 65 yaşındaki amca evlatlık oğlunu karısından soğutuyor, boşuyor ve sonra hemen kendine eş alıyor."

Eşim önce yuh artık dedi, sonra ne dediğini yazmıyorum.

Bu tepkiyi alınca ama bunu yapan islam peygamberi, evlatlığın adı zeyd bin caş onun hanımının adı zeynep bin caş diyince tabi rengi biraz attı.

Gelin birde bu örneği görelim sonra kaynım bana kaydı olaylarına bakışınızı yeniden değerlendirirsiniz;

Sondan başlayalım; 

"Peygamber nerede güzel bir kadın görse hemen eve koşar, Zeynep'le yatardı" (Buhari, Hibe/8). 

Demekki aşk bu kadar büyük; bu aşkı legalize etmek için ayet bile inmiş;

Ahzab Suresi 37. Ayet
An o zamanı ki Allah'ın, kendisine nîmet verdiği ve senin de nîmetler verdiğin kişiye eşini bırakma ve çekin Allah'tan diyordun ve Allah'ın açığa vuracağı şeyi, içinde gizliyordun ve insanlardan korkuyordun ve Allah'tan korkman daha doğruydu ve o, daha lâyıktı buna. Derken Zeyd, eşinden ilişiğini kesince biz o kadını sana eş ettik, bu da, oğul edinilen kişiler, eşlerinden ayrıldıkları zaman onların bıraktıkları kadınları inananların almalarında bir beis olmadığını bildirmek içindi ve Allah'ın emri yerine gelmiş oldu.

Durumlar böyleyken böyle; nereye elini atsan tutarsızlık. Daha da yazarım lakin bu işler yazarken değil konuşurken keyifli...

Haydi kalın sağlıcakla...

zebercet







Gözaltı; neler yaşandı, ne yapılmalı?

3 Haziran gecesinde gözaltına alınma olayını ve çıkarılacak dersleri ( evet çok geç de olsa ) yazma gereği duydum;

Savcılığa vermiş olduğum ifadeden alıntıdır; bir ifade vermek zorunda kalırsanız örnek alabilirsiniz

Soru : 3 Haziran 2013 tarihinde 01:45'de Beşiktaş İnönü stadı çevresinde polise sapanla demir bilye, havai fişek ve 100 ses bombası atan grubun içinden yakalandınız, savunmanızı yapınız.

Özet olarak ifadem;

3 Haziran 2013 tarihinde televizyonlardan Gezi parkı şenliğini ( şenlik önemli ) izledim, pek çok sanatçının orada bulunması ilgimi çekti; parka tek başıma ( tek başınıza olduğunuzu belirtmeniz önemli )giderek bu şenliği yakından görmek istedim.

Gece 01:00 sularında eve gitmem gerekti; evim Anadolu yakasında olduğu için Beşiktaş yolunu kullanmam gerekiyordu; Beşiktaş'taki durum hakkında çelişkili bilgiler gerekiyordu; bu bilgilere güvenemezdim, gidip kendim bakmak istedim. 01:15 civarında İnönü stadı üstünde Süzer Plaza önüne gelerek duruma bakmak istedim. Bu sırada birden bire polisin geldiğini gördüm, herhangi bir anons yapılmamıştı ( dağılın anonsu duymadığınızı belirtmeniz önemli ) . Polisin su ve gaz sıkarak geldiğini görünce insani refleks olarak en yakına kapalı mekan olan Süzer Plaza içine kaçtık, polis plaza içine yoğun gaz bombası attı, burada göz altına alındım. Gözaltına alınırken herhangi bir mukavemet göstermedim, polis tarafından darp edildim; Süzer Plaza kamera kayıtlarının incelenmesini arz ederim.

Yukarıdaki ifadem dışında orada neden ve nasıl bulunduğum pek önemli değil; Süzer plaza içine giriş anımızdan itibaren devam ediyorum;

Plaza içinde refleks olarak arkamı döndüğümde içeriye sayabildiğim kadarı ile 12-13 adet gaz bombası atıldı. Açık alandaki etkilerini bildiğiniz gazın kapalı mekandaki etkilerini tahmin bile edemezsiniz. Polisin bir an önce gelip sizi almasını istiyorsunuz; gözleriniz yerinden çıkacakmış gibi yanıyor; içinizdeki kusma isteği bir türlü kusma eylemine dönüşmüyor; öğürüyorsunuz. Plaza içinde hiçbir ışık yanmıyordu; gazın etkisi ile önünüzü dahi göremiyorsunuz. İçeride 76 kişinin olduğunu düşünürseniz yaşanılan paniği sanırım tezahür edebilirsiniz.

Plazadan normalde Ritz otele çıkan asansörler vardır; bu asansörler o gün ne hikmetse çalışmıyordu. Otelin gece müdürünü aradık " aşağıda ölmek üzere olan insanlar olduğunu" belirtmemize rağmen otelden aşağıya asansör göndermedi. ( sonrasında kendilerini konuyla ilgili yeniden aradım; belirli bir saatten sonra asansörün kontrolünün güvenlikte olduğunu söylediler, bu vesile ile cevap haklarını da teslim edelim ).

5-6 kişilik bir grup olarak zemin katın aşağısına inen merdivenlerden çıkış aradık; toplamda 4-5 kat aşağı indik; her katta bulunan acil / yangın çıkış  kapıları kilitliydi. Kapana kısılmıştık. ( bu sırada üst katlardan polislerin ayak sesleri geliyordu; yanımızda panik atak geçiren ve sürekli yüksek sesle konuşarak yerimizi belli eden kıza küfür ederek oradan ayrıldık- kız yakalanmamış o panik haliyle helal olsun )

Gazı yememiz üzerinden yaklaşık 5 dakika geçmişti, artık ciğerler iflasa doğru gidiyordu; bir çıkış,  temiz hava bulmamız lazımdı. Çaresiz zemin kata dek çıkmaya karar verdik; zemin katta görüş mesafesi 1-2 metreydi ve sadece sesler duyuyorduk. Bu sırada zemin katta ara bir fuaye ve bir çıkış kapısı daha bulduk ancak kapı kilitliydi. En azından temiz hava alabiliyorduk; hemen tuvalete girip kendimize geldik. Artık kaçışımızın olmadığını anladığımız için yakınlarımıza arkadaşlarımıza mesaj atarak baroya haber verilmesini tembihledik.

Bu sırada polisin müdahalesi esnasında bize " gelin çocuklar " diye içeri davet eden plaza güvenliği polise tek tek yerlerimizi söylüyordu; plaza güvenliği eşliğinde yanımıza gelen 3 polis tarafından 3 kişi gözaltına alındık. Beni göz altına alan polis 4 günün verdiği yorgunluk ve kaşarlı tost yemenin verdiği psikolojik çöküntüden olsa gerek; herhangi bir direniş göstermediğim halde kolumu kırmak için epeyce çaba sarfetti. Plaza önünde hazır bekleyen minübüslere sertçe fırlatıldım, bacaklarım yere paralel oluncaya dek tekmelerle açıldı. Saçımdan tutmak sureti ile minübüsün koruma demirlerine kafamı vuran polis arada sırada " direnme lan direnme" diye bağırıyordu. O sırada sadece tepki vermemek için kendime direniyordum. Üst araması tekme ve yumruklarla tamamlayan polis memuru plastik kelepçe arıyordu, ( plastik kelepçeyi polislerimiz kağıt balya sıkıştırır gibi sıkıştırdığı için ekip minibüsünde ağlayan çocuklar görecektim sonrasında ) plastik kelepçe bulunamadı. " bu pezevenge demir kelepçe vermem ben 75 TL para verdim" diyerek polis tüm yorgunluğuna rağmen espri anlayışını henüz yitirmediğini ispatlıyordu adeta. Dakikalarca süren tekme ve yumrukla yapılan arama ardından nihayet minübüse bindim. Plastik kelepçenin acısıyla kıvranan onlarca genç vardı; boş bir yer bulup oturdum. Yanımdaki çocuğun yüzünde postal izine benzeyen garip bir doğum lekesi vardı ( gorbaçov gibi ama daha bir kanlısı ), meğerse doğum lekesi değilmiş; polis postalının iziymiş. O an yaşadığım şiddetin boyutu gözümde bir an ufaldı ve kayboldu.

Minibüs yeterli gözaltı sayısına ulaşınca araca 5 polis daha bindi; son anda binen polis " yanlış anlamayın çocuklar sizin güvenliğiniz için bindik biz" dediğinde gideceğimiz yere kadar sağlam bir dayağın bizi beklediğini sanmıştım; yanılmışım. Önümüzdeki araçtakileri gidene dek dövmüşler; hatta arabada yeterli dayak alanı olmadığı için çeşitli yerlerde dayak molası vererek tabiri caiz ise " indirip indirip" dövmüşler.

Bu öndeki aracın talihsizliği tabi; gözaltı sırasında bir çocuğun telefonu çalıyor; polis telefonu alıyor ve "hemen" facebook aplilasyonunu açarak eylemcinin son yazdığına bakıyor; OÇ polis. Bu arkadaş için 2 günlük gözaltı süresinin nasıl geçtiğini tahmin edebilirsiniz. ( fırsatınız varsa telefonunuzu kapatın ve şifresini söylemeyin yada aplikasyonları kaldırın )  Gene öndeki minibüste tekmelenerek mesanesi patlatılan 19 yaşındaki bir kız çocuğu da bulunuyordu. Tekmelenirken  taksime penis aramaya mı çıktığı gibi sorular sorulmuş, ama yanıtı hazırmış en iyi penis polisteymiş, isterlerse verebilirmiş polisler. Tabi bide Lorraine var; hani şu fransız ajan kız. Ona da bazı şeyler söylemiş polis ama anlamamış kızcağız.

Nihayet vatanın önüne geldik; birkaç kişi otobüse binip küfür etti; normal karşıladık çünkü onlar kaç gündür uykusuzdu. Bulunduğumuz küçük minibüsten inip büyük otobüse geçmemiz gerekiyordu. Yaklaşık 30 polis 1 metrelik bir koridor ayırmıştı bize geçmek için, 15 metrelik yolda 30 polis tarafından tekme tokat dövülerek arkadaki otobüse bindik. En azından ayakta kimse kalmamıştı artık bu otobüs rahattı.

Doğruca haseki hastanesi adli tıbba gittik; en doğal hakkımız olan doktorlar tek başımıza konuşma olanağımız dahi yoktu. Bana doktor " darp edildiğini iddia ediyor" gibi saçma bir rapor vererek neredeyse şizofren damgası vurdu. Mesanesi patlayan kıza bile zorla darp raporu verdiğini belirtmek lazım.

Vatana geri döndük; bütün eşyalarımız teslim alındı, eşyalarımızı teslim tutanağımızın üst paragrafı suçlamaları kabul metniydi aynı zamanda ( işte bu yüzden avukatlar hiçbir şeyi imzalamayın diyor ). Belgeyi "imtina ettim" şerhi ile imzaladım. Sabah 9 olmuştu ve uyumayı hak etmiştik.

Bundan sonrasındaki 2 günde olanları aşağıdaki gibi özetliyorum;

1- Sudan bahanelerle bizi 2 defa iç çamaşırımıza dek soyarak aradılar; yiğidin malı meydandadır sorun yok lakin kızları da bu şekilde arıyorlar.

2- Sabah 5'de uyandırılıp battaniyelerimiz alındı, sonra içeri soğuk hava verildi; üşüdük haliyle :)

3- Zaman kavramımız öldürmek için elimizden geleni yaptılar; gardiyana kim ne zaman saat sorsa hep yanlış cevaplar aldı.

4- İçerde kalma süremiz hakkında bizim duyacağımız şekilde kendi aralarında konuştular " bu çocuklara da yazık oldu, 4 gün ek süre istemiş savcı " vb gibi. Sanırım bu psikolojik işkence oluyor.

5- Sabah kahvaltısı aldığımıza dair kağıtları imzaladık ama yemekler hiç gelmedi.

6- Gece 3 defa uykudan sudan bahanelerle uyandırıldık ( mesela gece 01:30'da yakınımızı aramak isteyip istemediğimiz soruldu )

7- Tuvalete gitmenize pek sıcak bakılmıyor, yalvarmanız lazım. Bu nedenle çok az sıvı tükettik. Zaten fazla da sıvı vermediler :)

Sonunda Çağlayan adliyesinde savcıya ifademi vererek serbest bırakıldık; çıkışta bizi karşılayan dostlara ve yardımını esirgemeyen avukatlara teşekkür ederim.

Sevgiler,

Gezi Parkı: Mesele Ağaç Değil...

Merkez-Çevre Teorisi

Edward Shils okuyanlar bilirler; bütün siyasi hareketler esasında Merkez-Çevre mücadelesinde diyalektik materyalizme saygı dururcasına gerçekleşir. Ülkemiz topraklarına merkez-çevre ilişkisini Şerif Mardin ve Hasan Bülent Kahraman uyarlamıştır; iki toplum-siyaset bilimci yazar da merkeze "otoriteyi"; çevreye ise dönemsel olarak değişen " burjuva sınıfını" koymuştur.

Merkez-çevre teorisine göre bizim modernleşmemiz militarist bir modernleşmedir ve özünde "memleketi nasıl kurtarırız" sorusuna dayanır. ( Bu teoriyi Hasan Bülent Kahraman'ın Türk Siyasetinin Yapısal Analizi adlı eserinde oldukça detaylı olarak okuyabilirsiniz ) Dolayısı ile ülkemiz demokrasi tarihi de tepeden inmecidir; itiraz edecek değiliz.

MDD ve Kadro Hareketi

1923'deki askeri kent soylu milli demokratik devrim ( MDD )  prematüre doğmuş; akabindeki Kadro hareketi ve sonrasında gelişen süreçte "Halkevleri" ve " Köy Enstitü" projeleri "merkez" ideoloji ile "çevre" ideolojinin kucaklaşmasını yeteri kadar sağlayamamış; hazırlıksız yakalandığımız 2. Dünya Savaşının ekonomik yükü çevreye; merkeze diş bilemek için yeterli bahaneleri sunmuştur. Prematüre doğan MDD çevre tarafından içselleştirilemediğinden NATO üyeliği gerek şartı olan çok partili demokrasi ve sonrasındaki seçimlerde merkezin aldığı mağlübiyetler çevrenin ekonomik ve siyasi anlamda güçlenmesine neden olmuş; ardı ardına gelen MC hükümetleri ile bir yandan sömürge tipi faşizm sokaklarda kol gezdirilirken bir yandan da siyasal islam iç ve dış "mihraklar" tarafından pompalanır hale gelmiştir.

Özal'lı Yıllar

1980 darbesine bu koşullarda giren Türkiye'de Almanya'da Kohl; İngiltere'de "demir leydi", USA'da
" Reagan" hükümetlerinin kopyası liberal politikaları siyasal islamcıların yetiştirmesi Özal ile uygulamaya başlıyordu. Merkezin jakoben/militarist sermayesi el değiştirmeye başlıyor; sokak başlarında türeyen milyonerler; bankerler hayatımıza giriyordu. Ülkenin dört bir yanı otoyollarla örülüyor ( dolayısı ile ülkemiz petrole bağımlılığını arttırıyor ) Özal 3 sene boyunca cuntanın biriktirdiği paraları asfalta gömüyordu. Sanal bir refah arkasında müthiş bir kadrolaşma harekatının paravanıydı ( Anayasa Mahkemesine atanan ilk iktisatçı olarak tarihe geçen ve 15 temmuz 2013 tarihi itibari ile AYM'nde başkanlık görevine devam eden Haşim Kılıç 1989 yılında Özal tarafından atanmıştır ) .

Özal'ın vefatı ile ardı ardına gelen başarısız koalisyonlar ve ekonomik krizler 2001 yılında halkı çıkış noktası aramaya mecbur ve çaresiz bir durumda bıraktığında Wolfowitz'in 1993 yazında " sizi başbakan görmek isteriz" dediği Recep Tayyip Erdoğan bütün tarikatların koalisyonu ve medya gazı ile iktidara yürüyordu.

Ve AKP...

Çok kısa olarak özetlemeye çalıştığım 80 yılda yaşananlardan sonra yakın tarihe dönecek olursak; tarikatlar koalisyonu olarak ortaya çıkan ve tek adam karizması ile kitleleri peşinden sürükleyen AKP diğer hiçbir çevre partisinin yapmaya cesaret edemeyeceği adımları atarak ordu ve yargı üzerine müthiş operasyonlarla saldırıya geçti ve merkezin tüm kalelerini zaptederek mutlak hakimiyetini 3 türbanlı first lady ile ilan etti.
 ( Başbakan-Cumhurbaşkanı-TBMM başkanı ). Artık merkez 1950'lerin çevresi idi.

İşte bu noktada tıpkı 1923 hareketi gibi jakoben bir kibirle halkı ( yani artık bu halka yeni çevre diyebiliriz ) AKP yeni bir halk ( onlar millet diyor ) yaratmaya girişti. Cinsel hayatından ( çocuk sayısı, kürtaj, korunma ), alkol içilecek yer ve saatleri belirlemeye kadar geniş bir yelpazede yaşam tarzına müdahaleler ardı ardına geliyor; bir zamanlar "merkezde" olan ailelerin "görece" özgür yetişmiş internet kullanan, apolitik, konformist çocukları ( ve hatta onların çocukları ) AKP'nin yeni oyun hamuru haline geliyordu. Pervasız müdahaleler sonunda " imanlı gençlik" projesi ile gelen itirafla anlamını buluyor; her alanda talan ve yağma ayyuka çıkmaya başlıyordu. Yıllarca merkezde oturmaya alışmış tedirgin kemalistler cumhuriyet mitinginin yarattığı kırgınlıkla seçim sandıklarına bile küsmüş haldeyken; AKP pervasızlığı sürekli artıyor en küçük bir toplumsal muhalefet polisin baskısı ile söndürülüyordu. Adelet; terör örgütü tutukluluk süresini 10 seneye çıkarılması konusunda girişimlere bile başlamıştı. Yıkım büyüktü ve umutlar tükeniyordu; fotoşopla Deniz Gezmiş parkası giydirilen Kemal Kılıçdaroğlu bile çare olmamıştı.

Kırmızılı Kadın Çıkıyor

Sol örgütlere alfabenin harflerinin yetmediği; 2 farklı TKP'in olduğu; gençlik hareketinin darmadağın süregeldiği bir ortamda kimden öncülük etmesi beklenirdi? Üstelik "nesnel" koşullar bile olgunlaşmamıştı?

Bu noktada gene sosyologları şaşkınlıklara gark eden bir şey oldu ve Türk halkı belki de ilk kez bir çevre hareketinin öncülüğünde "kalkışma" başlattı. Kırmızılı kadının simgelediği direniş ruhu sokaklara döktü halkı. Kabul etmek gerekir; bu kadının öncülüğünde gençliğin ateşlediği bir eylemler dizisi olarak tarihe geçecektir. Gerek semboller gerekse gösterilerin anaç vurgusu eylemlerdeki "kadın elinin" vücut bulmuş halidir.

Mesele Ağaç Değil

11 yıldır toplumun hiçbir kesiminin fikrini sormadan çıkarılan kanunlar; oldu bitti kararnameler; ben yaptım olducu kibir,sağın şehir planlamadaki hödüklüğü, islami nosyonun abartılı formülü; basit bir çevreci eylemi polisin aşırı güç kullanımı ile kitlesel bir itiraz dönüştürdü; içinde hükümete yani yeni merkeze tepki duyan herkes ( yeni çevre ) duygularını gezi parkı çuvalına koydu.

Bu çuvala;

- Türk toplumunun "ibne" diyerek aşağıladığı eşcinseller ( ne hikmetse aşklarımızı ve hüzünlerimizi yıllarca Zeki Müren ve Büleent Ersoy'la yaşadık; Arto ile eller havaya yaptık; Cemil İpekçi ile gurur duyduk )

- Yaşam tarzına müdahale edilen beyaz Türkler

- Huzursuz sermaye

- Kürtler

- Öğrenciler, sendikalar, sanatçılar

- Ve kadınlar

İtirazlarını koydu; çuvalda birden fazla kedi olmasına rağmen genelde kitle birbiri ile kavga etmedi; lakin çuvaldan da bir sonuç çıkmadı; bana göre sonuç çıkmamasının 2 ana nedeni var;

1- Çevre diye tanımladığımız bu mutsuz kitle tepkilerini "politikleştiremedi". Yapılan gayri-insani polis şiddetinin mutlaka siyasi bedelinin ödetilmesi gerekirdi; lakin bu bedel hiçbir zaman yüksek perdeden dile getirilmedi. İç işleri bakanı ve vali istifası "kazanım" olabilirdi.

2- Önder çıkmadı; belki de üzerinden 45 gün geçmesine rağmen kitleyi hala sokaklara çeken güç öndersizlikten gelen kişisel iradedir; bunu da tartışmak gerekebilir.

AKP Neden Aşırı Tepkiliydi?

Gezi parkı ayaklanmasını AKP'nin anlayışla karşılamasını elbette beklemiyorduk; ancak özellikle ilk 12-13 gün her açıklaması ile toplumu germesi; neredeyse iç savaş çağrıları yapmasının ardında bir strateji olduğunu düşünmemiz gerekebilir. Hiçbir siyasi retorik bu gerilimi kabül edilebilir noktada değerlendirmemiz sağlayamaz; AKP'nin gerginlik politikasından elde ettiği 2 kazanım olabilir;

1- Kutuplaştırma : Tarih; halkı kutuplaştıran liderlerin başarıları ile doludur. AKP muhalefetin dağınıklığını kutuplaştırma ve gerginlik politikası ile kullanarak en kötü % 35-45 bandında bir oy oranının garantilemek için tansiyonu yükseltti.

2- Taciz Ateşi : Taciz ateşi sadece karşı tarafı rahatsız etmek için açılmaz; taciz ateşine karşılık verdiğiniz anda tüm silahlı gücünüz ortaya çıkar. İşte AKP bunu yapmıştır; 15 günlük süreçte şu ana dek fişleyemediği kadar çok sanatçı, öğrenci, bilim insanı, gazeteci, emek kuruluşu, parti, şirket vb gibi tüm muhalif unsurları fişlemiştir. Artık karşısında nasıl bir kitle olduğu konusu kendisi için karanlık değildir.

Peki kazandık mı?

Ne kazandık; ne kaybettik... Nereden baktığınıza bağlı olarak değişir; eylemlerin lokomotif gücünün apolitik gençler ve beyaz Türkler olduğunu görmeden; sınıfsal bir hareket olmadığını kabul etmeden devrim olmasını beklediyseniz; kaybettik...

Ancak bu halk çok şey kazandı ve öğrendi;

1- Uzun süre sonra sokağı ve kitlesel eylemleri hatırladı, isterse kazanabileceğini gördü
2- 30 yıllık savaşı hangi medyadan takip ettiğini gördü; medyanın kirli gücünü öğrendi
3- Polis ve devlet şiddeti ile tanıştı

Sadece bunlar için bile değerdi...

Ya Sonra...

Bundan sonrası AKP için bir yol ayrımı; merkez sağ nobranlığı ile yola devam etmesi mümkün gözükmüyor; küslerle barışması lazım. Liberallerin desteğini kaybetti; büyük kentlerde kendisine çeşitli nedenlerle oy vermiş; ana akım medya dışında da bilgiye ulaşabilen merkez sağ seçmeni kaybetti. Dolayısı ile işi zor. Pensilvanya'dan iyi haberler gelmiyor; Zaman gezetesinde AKP'yi % 35 bandında gösteren seçim anketinin yayınlanması hayra alamet değil. Gülen'e karşı "dershane kapatma" kartını oynaması sonunu hazırlar. Pek çok tarikat bakanlıkların dağılımında dolayısı ile gelir dağılımından rahatsız. Ankara'da Gökçek ve İstanbul'da Topbaş bir mucize olmazsa aday olmayacaklar; yeni isimlerin başarısı kapalı kutu. Sokaktaki açık faşizm koşullarını şiddetlendirip gerginlik politikası ile % 35'ler oynamaya devam edebilir; lakin bu başkanlık sistemi ve anayasa için yeterli çoğunluğu sağlamaz ( ama iktidarı sağlar ). Parti içinde Arınç ve Gül hala tam olarak mutlu değil; RTE ve ekibini zor günler bekliyor.

Merkez sağ ve soldaki alternatifsizlik 2014 Mart yerel seçimine dek çözülemez burası açık; belki genel seçime dek bir alternatif oluşabilir, bu sene Bilderberg toplantılarına ülkemizden kimlerin davet edileceğini takip etmek gerekir; belki oradan bir ipucu yakalarız.

Özet olarak; merkez hep yeni çevreler yaratır; merkezler ve çevreler kalıcı değildir; bu vesile ile diyalektiğe çaktığım selam tarihe not düşülsün :)

Son Söz...

Gezi parkı eylemleri sırasında fiilen sokağa inen; internet başında lojistik destek sağlayan, evinde tencere tava çalan; Ali İsmail Korkmaz için ağlayan, bu çocuklara çok eziyet ettiler diye hayıflanan; eylemcilere kapılarını açan, hiçbir şey yapamasa dahi kalbi bu eylemler için atan herkese selam olsun....


Sevgiler,








Küresel Ekonominin Son Kalesi; Yeniden Proleterleştirme


Biz devrimcilerin şiarları meşhurdur;
-          Devrim havasının kokusu sokaklarda…
-          Nesnel şartlar olgunlaşmaya başladı…
-          Küresel ekonomi içinden çıkılmaz son büyük krizine girdi…
Ben 15 senedir bu sözleri binlerce kez duydum, benden önceki kuşakların da örneğin Şefik Hüsnü’lerin yada Mustafa Suphi’lerin de aynı sözleri onlarca kez duyduğuna eminim. Bu durumda biz devrimcilerin öngörü yeteneklerini mi eleştirmek gerekir yoksa küresel ekonominin ve onun bölgesel ve yerel taşeronlarının olağan dışı bir eforla krizi depolitize edip toplumsal tepkiler bastırma yöntemleri mi tebrik etmek gerekir; bu soruyu başka bir yazının konusu olarak belirleyerek küresel ekonominin son kalesini, yani yeniden proleterleştirme projesini ve sürdürülebilir salaklık ekonomik modelini incelemekte fayda görüyorum.
Küresel ekonomik krizlerin bazı ortak özelliklerini incelemekte fayda görüyorum;
·         1929 Bunalımı : Dünya genelinde toplam üretim % 42 azaldı, genel ticaret ise % 65 oranında küçüldü, 50 milyon kişi işsiz kaldı. Sonuç; II.  Dünya Savaşı; Keyneysen ekonomik model ve Fordist üretim bandı modeli. (Willard W. Cochrane. Farm Prices, Myth and Reality 1958. p. 15; League of Nations, World Economic Survey 1932-33 p. 4 )
·         1973 Bunalımı : Petrol fiyatlarının inanılmaz yükselişi sonunda dünya müthiş bir krize girer. Krizin sebebi Mısır’da Enver Sedat ve İran Şahının OPEC ile fiyatları sürekli yuları çekmesi ve halkının refahını istemesidir.

Petrolün fiyatı tabii ki artacak, hem de nasıl! Siz (Batılı ülkeler) bize sattığınız buğdayın fiyatını %300 artırdınız, aynı durum şeker ve çimentoda da geçerli. Bizim ham petrolümüzü alıyor, onu rafine ettikten sonra tekrar bize 100 katı fiyata satıyorsunuz. Bundan sonra adil olan bize petrol için daha fazla ödeme yapmanızdır. Diyelim ki on kat daha.
                                                                                                                                                            Musaddık

Küresel ekonomi bu artışı karşılayamayacak ve sonuç olarak önce Sedat bir suikasta kurban gidecek sonrasında ise İran Şahı 1979’da darbe ile devrilecektir. O yıllarda Şili başta olmak üzere tüm Latin Amerika ülkeleri  ve Türkiye gibi prematüre doğmuş ve dışabağımlı bir ekonomiye sahip ülkelerde solun yükselişlerinin de benzer darbelerle  ezilmesi küresel ekonominin küresel krizleri nasıl atlattığının küçük ama önemli örnekleridir. Bu noktada Chicago Boys hocası Milton Friedman’ın yeryüzüne saldığı “ bizim çocukların” da etkisini unutmamak gerekir. [ 1 ]  Benzer Küresel ekonomi  70’lerde yaşadığı krizin sorumlularını soru işaretleri ile dolu suikastlerle ya da aleni askeri darbelerle devre dışı bırakmasına rağmen ekonominin aldığı derin yarayı onarmak kısaca ve özetle liberal ekonomik model dediğimiz modele geçişle mümkün olmuştur. Demir leydinin  [ 2 ] yumruğu ile sosyal devlet dünyanın her tarafında kendini özelleştirme ile küresel ekonominin dişleri arasında bulmuş, tüm dünyada özellikle 1989 sürecinden sonra liberal ekonomi mutlak doğru ekonomik model halini almıştır.  
Ancak küresel ekonomi sürekli yaşamak zorunda olduğu ve üretim ilişki ve modellerinden kaynaklanan derin krizlerini bir türlü aşamamaktadır, Körfez Savaşları da buradan gelen sömürge petrolü de dertlere derman olmaz. Küresel ekonomi ulus devletin sınırlarının tamamen ortadan kalkmasını ve tüm piyasaların kendi emrine açılmasını istemektedir. Küresel ekonomik baronların emrindeki medya ve hükümet baronları tüm dünyada ulusa devletlerin gereksizliğiniz, ulusçuluğun kötülüklerini anlatmaya başlarlar bizlere. Ülkemizdeki ulusalcı=Ergenekoncu denkleminin parametre ve kelime tercihleri de bu ekonomik sorunla alakalıdır aslında.

Sonunda ve nihayetinde küresel ekonominin önünde ne ulus devletler kalır ne de ulus devletin ticaret mahkemeleri. Küresel ekonomi tahkim kurulları ile kendi adaletini sağlar ve yönetir, artık mutlak hakim sadece paradır.  

Bu noktadan sonra kısa geçmiş zaman içinde küresel ekonominin gene insanlığa mutlak refah sağlamadığı, küresel sermaye aktörlerinin egolarının bir türlü tatmin edilemediğine hepimiz şahit olduk, küresel sermaye için yeni bir çıkış yolu lazımdı; Yeniden Proleterleştirme.

Yeniden Proleterleştirme teorisini ilk olarak ortaya attığımda tarihler 1999 senesini gösteriyordu ve Kemal Derviş bizim için ülkemizi yurtdışında başarı ile temsil eden altın bir çocuktan ibaretti. Dünyanın vahşi kapitalist baronları yepyeni bir proje ile cebimizdeki paralara göz koymakla kalmayıp bu kez geleceğimize de ipotek koyma peşindelerdi. Mekanizma çok basit ve akılcıydı ;

1.       Küresel çapta yaşanan üretim azalmasının suni olarak yükseltilmesi için küresel patronlar ya çalışan ücretlerine ciddi oranda zam yapacaklar ve satın alma gücünü arttıracaklardı ya da tüketicinin eline sanal para vererek tüketiciyi uzun vadede borçlandırarak verdikleri sanal parayı reel paraya çevirerek üretimin çarkını döndüreceklerdi. Tahmin etiğiniz üzere sanal para dediğimiz şey kredi ve kredi kartlarıdır ve gene tahmin ettiğiniz üzere küresel patronlar ikinci yolu seçtiler.
2.       Dünya çapında geliri ne olursa olsun her cebe bir kredi kartı sokuldu ( ülkemizde tam 44.500.000 adet vatandaşta çeşitli limitlerde kredi kartı bulunuyor ). Sanal para ve sürekli özel gün ve kampanyalarla pompalanan tüketim çılgınlığı reel ekonomi çarkını döndürmeye çalışıyor.
3.       Çalışanları uzun vadede yüksek oranlarda ev – araba borcu ile sisteme bağlayan küresel patronlar, uzun vade borçları olan çalışanların elinden tüm sosyal ve sendikal hakları alarak; sosyal ve sendikal giderlerini düşürdüler.
4.       Uzun vadede borcu olan çalışanlar yapılmayan zamlara karşı sessiz, olmayan sendikal haklarına karşı da tepkisizleştirildiler.
Sonuç olarak küresel ekonomi yeniden mülksüzleştirme ( proleterleştirme ) adını verdiğimiz bu yöntemle şunları kazandı ;



1.       Sendikal haklarını dahi talep etmekten korkan bir çalışan sınıf,
2.       Uzun vadede borçlanmış bir dünya
3.       Borcunu ödeyemeyenlerden ve işinden ayrılmış bir ucuz işgücü ordusu,
4.       Dolayısı ile işgücü maliyetlerinin düşüklüğünden kaynaklanan yüksek kar marjı
5.       Çılgın bir tüketim talebi karşısında yüksek bir üretim arzı ve karlılık.
Bu düzen  uzun vadeli borçların ödenememesi, yüksek işsizlik oranı,tüketim talebinin zamanla azalması gibi sonuçları 10-15 sene içinde gösterecek ve toplumsal hareketlere meydan verecektir. Belki o zaman gerçekten de sokaklar devrim kokabilir.
Sevgi ve saygılarımla,

[ 2 ] Demir leydinin seçim stratejisi ; Falkland Savaşı ve kapitalizmin şok doktrini yöntemleri için : http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=11300.0

Lütfi Kırdar


Kerkük doğumlu bir amcamız, mason olduğu rivayet edilir.Gerçi söylentiye
göre büyük binalara adlarını veren kişiler mutlak masondurlar, neyse bu
başka bir tartışma. Mason mevzusuna noktayı koymadan kendisinin İstanbul
valiliği ve belediye başkanlığı yaptığını sonra DP milletvekili olduğunu 27
Mayıs ile birlikte Yassıada'da yargılanmış, hapiste kalp krizi geçirerek
ölmüş cenazesi de olaylı olmuş birisi olduğunu anımsayalım. Ama gene de
konumuz bunlar değil.

Konumuz Ja Ja, Tatar bir kız olan Ja Ja ama Budapeşte' de doğmuş. Yüksek
ihtimalle yahudi kökenli.1930 'lu yıllarda Ja Ja ve ailesi Burhan adlı bir
Türk elçilik görevlisi ile tanışıyor, şartlar o kadar ağırki Budapeşte' de o
yıllarda; bir yanda 1929 dünya ekonomik bunalımının yaşlı kıtaya olumsuz
yansımaları diğer yanda Berlin' de doğmaya başlayan yeni nasyonel faşizm. Ja
Ja ve ailesi Budapeşte' den uzaklaşmak için türlü yollar arıyorlar ve
nihayet küçük ve güzel kızlarını Burhan adlı kendinden 28 yaş büyük aile
dostaları ile Türkiye'ye yollamaya karar veriyorlar. Ja Ja için güzel dedik
ya, tescilli bir güzel kendisi.13 yaşında Macaristan güzeli olmuş, bu bilgi
kenarda kalsın şöyle.Sene 1930 , Türkiye'ye gencecik bir Macar güzeli orta
yaşlı bir elçilik çalışanı ile geliyor ve yerleşiyor, dedikodular yürüyor
tabi hemen ve Burhan amcası körpecik kıza dedikodulara engel olmak için
nikah kıyıyor, yok öyle nikah değil elbet. Hulusi Kentmen nikahı bu, ayrı
yataklarda yatıyorlar, kız baba falan diyor Burhan amcasına. Ja Ja
Türkiye'ye ısınıyor, Türkçe konuşmaya başlıyor balkan şivesiyle. Gün geliyor
belki de hem İstanbul'un hemde kendisinin kaderini değiştirecek biriyle
tanışıyor Ja Ja; Mustafa Kemal Atatürk.

Ja ja ilk görüşte aşık oluyor sarı paşaya, anlattığına göre 6 haftalık bir
flört dönemleri oluyor, vals yapıyorlar. Gene kendi sözleriyle Mustafa
Kemal'i şöyle anlatıyor Ja Ja;

"Mustafa' dan sonra bütün eşlerimde hep onu aradım."

9 kere evlendiğini de hatırlatalım. Ölüm Mustafa Kemal'i Ja Ja ' dan
ayırdığında, Ja Ja Türkiye' den iki aşkına da kalbine gömüp ayrılıyor; Sarı
Paşa ve İstanbul. Eh tabi Burhan amca ile boşanıp gidiyor :)

Ja Ja 1939 yılında Türkiye'yi terk ettikten sonra çok ünlü bir Hollywood
yıldızı oluyor, çoğumuzun bildiği adıyla ; Zsa Zsa Gabor !

Burada bir virgül koyarak Lütfi Kırdar' a geri dönelim. Balkan savaşında Tıp
fakültesini yarıda bırakıp cepheye gidiyor, 1913 yılında mezun olup
doktorluk yapmaya başlıyor. Hastaları arasında Mustafa Kemal' de var.
Kurtuluş savaşı sırasında Kızılay'da yöneticilik yapıyor, cumhuriyet
döneminde İzmir İl Sağlık Müdürlüğü yapıyor ama sarı paşa ile olan ilişkisi
ve görevleri burada bitmiyor tabii. 1938 yılında İstanbul valiliği ve
belediye başkanlığı görevlerini yürütmeye başlıyor. Ayrıca Mustafa Kemal'le
Taksim meydanını gezerken görevine başlamadan birkaç sene evvel Mustafa
Kemal'in kendisine vasiyet gibi sözleri olduğunu duymuşluğumuz var ;

- Bak Lütfi, buralar ( Taksim gezi parkı ve şu andaki Hilton-Lütfi Kırdar
hattını gösteriyor ) İstanbul'un akciğerleri, buralar ağaçlık kalmalı,
buralar sana emanet.

1938 yılı geldiğinde yeni görevine başlayan Lütfi Kırdar o bölgeye önemli
yatırımlar yapıyor. Bugünkü Taksim meydanı, Taksim gezi parkı, spor ve sergi
sarayı ( şimdiki kongre merkezi ) açıkhava tiyatrosu, İnönü stadı ve Atatürk
bulvarı hep onun eseri.

Neyse Zsa Zsa hikayesine geri dönelim, dedik ya 9 kere evlenmiş diye, işte
bu evliliklerinden bir tanesi de oteller zinciri sahibi Conrad Hilton. Zsa
bu evliliği yaptıktan hemen sonra milyarder eşine İstanbul'dan bahsediyor ve
buraya otel yapmayı öneriyor. İstanbul o yıllarda turizm başkenti değil,
metropol hiç değil. Conrad Hilton İstanbul'da uygun arazi bulmak için
araştırma yapmaya geldiğinde otelin ölü yatırım olacağını savunsa da
İstanbul'un kaderini değiştiren kadının cilvelerine kanarak bugün otelin
kurulu olduğu araziyi beğenmek zorunda kalıyor.

İşte tam burada Zsa Gabor, Lütfi Kırdar ve Mustafa Kemal'in hayatları bir
kez daha kesişiyor. Mustafa Kemal'in vasiyet ettiği araziler üstüne eski
flörtü dev gibi bir otel yaptırmak istiyor. Lütfi Kırdar şiddetle karşı
çıkıyor, araziyi vermek istemiyor, orası "ona" emanet ! Artık neler dönüyor
bilemiyoruz ama tahmin edeceğiniz üzere arsa Hilton ailesine veriliyor ve
Lütfi Kırdar görevden alınıyor. 49-50 yılları arasında büyükelçilik yapıyor
sonra siyasete giriyor ve ölümüne neden olan DP milletvekilliğini kabül
ediyor, Yassıadada ölüyor.Hilton oteli uzun yıllar İstanbul'daki en büyük
bina olma özelliğini koruyor, Taksim'in o bölgesi gitgide oteller ve kongre
bölgesi adını alıyor ( ki ben o işten para kazanıyorum ) ve bir liderin
vasiyeti hiçe sayılıyor.

Zsa Garbo ise hep onu aradım dediği aşkının ülkesinde güzel bir anı
bıraktığını sanıyor ama biricik aşkının hala kemikleri sızlıyor Hilton
otelini ve Taksim'in keşmekeşini yukardan gördükçe.