Bilderberg Toplantıları

“Bunlar, tarihin tanıdığı en şaşırtıcı
imparatorluğun güçlü baronlarıdır.”



Bilderberg, Hollanda’nın Oosterbeek kentinde bulunan bir otelin adı. Bu oteli önemli kılan ise 1954’te bu otelde yapılan bir toplantı. O günden bugüne anılan adıyla “Bilderberg Toplantıları”na adını vermiş bu otel, herhalde ileride “kapitalizmin Kâbe’si” olmaya hak kazanacak: Eğer işler, kapitalizmin baronlarının o toplantılarda planladıkları gibi giderse.
Şimdi konumuz “planlar” değil, o Fabrika’nın bu sayısında uzunca anlatılıyor. Herhalde önümüzdeki on yıl için bir önsözdür; en azından kapitalist enternasyonal için. Kanlı bir çarpışmaya hazırlandıkları bellidir ve bu kan Doğu Asya ile Ortadoğu’da akıtılacaktır. Biz şimdi burada “baronlar”dan başlıyoruz. Konumuz güçlü baronlar ve onların adamlarıdır. Bilderberg, kuşkusuz bir “baronlar” toplantısıdır ve bizdeki adamlarının kimliği bu yıl için belli olmuştur.
Bilderberg’in bu yılki katılımcılarının Devlet Bakanı Ali Babacan, DYP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Bayar ve TESEV Vakfı’nın diplomat kökenli yöneticisi Özdem Sanberk olduğunu öğrendik. Bu sonuncu isim, örgütün Türkiye’deki ayağı açısından önemlidir, çünkü Sanberk’in toplantıya bu yıl ikinci defa katıldığı belirtiliyor. Bunun anlamı, Bilderberg örgütünün daimi Türkiye koordinatörü Selahattin Beyazıt’ın artık emekliye ayrıldığıdır. Malum dünyada artık işlerin yapılışı biçimi değişmiştir. Demek ki Sanberk, bu yeni politikanın Türkiye’deki adamı; şahindir. Güvercinleri soruyorsanız onlar 11 Eylül’ün ateşinde kızardı.
Evet basbayağı gizli bir örgütten söz ediyoruz; dışa kapalı, girmek için örgütün onayı gerek; elbette sıkı bir hiyerarşi de var. Biz gidenlerden birinin Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP’li bir bakanı olduğunu öğreniyoruz ama demek ki bakanımız aynı zamanda bir örgüt adamı. Özdem Sanberk’i bir yana bırakıyoruz; iki dinli bir yurttaşımız olup olmadığını çabuk öğreniriz. Ama diğer iki katılımcının işaret ettiği şey daha önemli. Hem Babacan hem de Bayar zaten Amerika’dan ülkemize gelmişti; orada piştikleri ve görevlerini yapmak üzere ülkemize gönderildikleri üzerine tonlarca yazı yazıldı. Demek ki Amerikalılar Bilderberg’e çağırmak için içeriden birilerini bulamıyor ya da bulmak istemiyor artık. Çok ayıp, hem gizli örgüt toplantıları yap, hem de oraya yalnızca kendi “ajanlarını” çağır. 11 Eylül’den sonra gelişen Amerikan yüzsüzlüğüne verip geçelim.
Bilderberger Mehmet Ali Bayar bir televizyon kanalında bu zamana kadar olmayan bir şeyi yaparak toplantı hakkında bazı bilgiler verdi. Verdiği bilgileri aktarmadan önce örgüt hakkında çizdiği tabloya değinmek gerek. Bayar, bunun bir kulüp toplantısı olduğunu, Davos’ta ne konuşuluyorsa bu toplantıda onların konuşulduğunu, gizliliğin ise davet edenlerle toplantıdan önce yapılan bir centilmenlik anlaşmasından kaynaklandığını, abartılmaması gerektiğini söyledi. Ancak biz 1990’ın Mayıs ayında yapılanı hatırlıyoruz; o yıl New York’a yakın bir sayfiye kasabasında olanlar basına da yansımıştı. Bir “seçkinler söyleşisi buluşması!” için olağanüstü önlemler alınmış, üç gün boyunca sayfiye kasabası güvenlik güçleri tarafından tamamen kuşatılmış, içeriye davetlilerden başka kimsenin girmesine izin verilmemişti. Gazeteciler dahil bölgeden kuş uçurtulmuyordu. Öte yandan toplantıda katılımcıların not tutmasına, her türlü yolla kayıt yapılamasına da izin yoktu. Bu toplantı hakkında her zaman olduğu gibi basına hiçbir bilgi verilmemiş, katılımcılar toplantı boyunca dışarıya çıkarılmamış ve tüm dünyayla ilişkileri kesilmişti. Gizliliği abartılmaması söylenen toplantılar işte böyle bir havada yapılıyordu.
Görüş alış verişiymiş! O yıl Harison Konferans Merkezi’nde örgütten el alanlar arasında Türkiye’den Mesut Yılmaz ve Erdal İnönü de vardı. Merak edenler bu ikilinin o tarihten sonraki maceralarına baksınlar. Kim ne olmuş, nerelere gelmiş.
Bu yılki katılımcıların farkı yükselmelerini Bilderberg’e borçlu olmamaları. Mehmet Ali Bayar cici ambalajlar içinde “sağı toplamak” için malum merkezlerden ülkemizin üzerine salınmıştı. Ancak hesap tutmadı, bir iki başarısız girişimden sonra “müthiş” polis şefi Mehmet Ağar’ın baş figüranı olarak işe koyuldu. Torpili yüksek yerdendir ve Ağar’ı çok uzun olmayan bir zaman içinde tasfiye edeceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktur.
Ali Babacan ise 35 yaşında çok önemli bir bakanlığın başına uygun görülmüştür. Biyografisinde uluslar arası para kuruluşları ile yakınlığı kayıtlıdır; artık Kemal Derviş fiyaskosunun alternatifi olduğunu çocuklar bile biliyor. Üstelik, Erbakan yetiştirmelerinin kurduğu AKP’nin bir temsilcisidir. Daha önce ayni partiden bu tür gizli örgütlerin davetlerine katılanlarla birlikte bunun ne anlama geldiğini tartışacağız.
Özetle Bilderbeg çemberinden geçenler zaten yıldızı parlak olanlar ve bir kez çember geçildikten sonra yıldız daha bir parlatılıyor. Bakmayın siz bizim Bilderberg’çilerin çoğunun düşük olduğuna. Onların hepsi yapacaklarını yaptıktan sonra düştüler. Yaptıklarının ne olduğunu anlamak için ise ülkenin düşürüldüğü hale şöyle bir bakmak yeterlidir.
Evet hep birlikte Bilderberg mağduruyuz biz; abartma değil. Türkiye’yi kimler yönetmiş diye şöyle bir bakın. Bilderbeg’çi olmayan Merkez Bankası Başkanı, Sendikacı, parlatılmış öğretim üyesi, parti başkanı var mı? Peki Bilderberg’çi olmayan başbakanımız olmuş mu hiç? Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Tansu Çiller (üst örgüt CFR’e çağırıldı, kadın olduğu için örgütün salonuna alınmadı, başka bir salonda ağırlandı), Mesut Yılmaz, Erdal İnönü hepsi bu örgütün çemberinden geçtiler. Erbakan’ın partisi şiddetli “Siyonist düşmanı” görünürken, prenslerinden Abdullah Gül, öğretim üyesi Doğu Ergil’in refakatinde Bilderberg’in üst örgütü CFR (Council of Foreign Relation)’a çağrılarak ifadesi alındı. Kasım 1996’daki o toplantıdan sonra Abdullah Gül’ün de yükselişi ivme kazandı. Sonra efendim Tayyip Erdoğan henüz kabul edilmedi ama
o da acısını Rotary Kulüp toplantısına katılıp konuşma yaparak çıkardı. Yanında Meclis Başkanımız ve şiddetli türban radikali Bülent Arınç da vardı. Erbakan hocalarının deyişiyle artık hepsi “Siyonist işbirlikçisi” olmuştur.
Bakmayın siz Ertuğrul Özkök’ün konuyu sulandırma çabalarına; bu tür örgütlerde eninde sonunda “bir Siyonist parmağı” vardı, hala var. Yoksa bu merkezlerde alınan kararlar hep İsrail’in faşist politikalarının lehine olmazdı. Önemli olan ise bu kararların bize ve bizim gibi ülkelere nasıl yansıdığıdır. İşte size Türkiye’yi son 40 yılında yöneten insanlar, işte Türkiye’nin içinde bulunduğu durum.
Şu “dinci gericiliğin” haline bir bakın; Tayyip Erdoğan Rotary’ci, Abdullah Gül CFR’ci, Ali Babacan çiçeği burnunda Bilderberg’çi. Bülent Arınç, herhalde Rotary toplantısına da türbanlı eşini götürmüştür; götürmediyse yazık olmuştur.
Bu kadar çabuk dökülmeleri kim ne derse desin şaşırtıcıdır. Şimdi önümde bir gazete kupürü var: 14.5.2003 tarihini taşıyor. ABD’nin Irak seferi sırasında izlemekten hicap duyduğum için televizyonumdan silmek zorunda kaldığım “HaberTürk” adlı “şey”in gazetesinden. Bu bir köşe yazısı, köşede yazar olarak yüzsüz bir adam var. İsminin de isim olmadığı bellidir; Uğur İpekçi imzasını taşıyor. Efendim bu “şey” Bülent Arınç’la bir söyleşi ayarlamış, aralarından biri de Arınç’a “Siz Sabatayist misiniz?” diye sormuş. Tabii Arınç sinirlenmiş. Bu yüzsüz Uğur İpekçi, yazısı boyunca Arınç’ın Sabatayist olduğunu ima ediyor. Tabii Arınç’ın Sabatayist olup olması önemli değil ama bunca zaman neyin üzerine politika yaptıklarını düşündüğümüz zaman insan biraz nahoş oluyor. Dönmelerin tutuculuğu her zaman korkunçtur. Biliyorsunuz bunların bir de “Anchorman”ı vardı; geçtiğimiz ay “İslamcı olmadığını” açıkladı. İslamcı da değilse peki nedir? Siz karar verin artık. Çinliler, birine beddua etmek için “ilginç bir dönemde yaşayasın” derlermiş! Bize hangi Çinli neden beddua etti anlamıyorum. Bu kadar olur! Koca “İslamcı hareket”imizin “sahte” çıktığına mı yanayım, bir baş örtüsü yüzünden heba olan yıllarımıza mı?
Özeti kapitalizme bir günde teslim oldular. Artık “Yahudi dinindendirler”, tanrıları paradır. “Onu da satılım, bunu da satalım, kaynak yaratalım” tarikatı olmuşlardır. Dolayısıyla “kapitalist enternasyonal”e çağrılmalarında hiçbir sakınca yoktur.
ENTERNASYONAL’İN AVRUPA ŞUBESİ
Peki ne istiyor bu Bilderberg örgütü. Açık ki Bilderberg toplantıları basit bir fikir teatisi yeri değil, görünmeyen bir iktidar odağının icra organı. İpleri asıl elinde bulunduran kuruluş ise merkezi ABD’de olan CFR. Bilderberg bu kuruluşa bağlı olarak çalışıyor. CFR’e bağlı bir örgüt daha var ki, buna “Trilateral” adı veriliyor. İlhamını masonluktan alan bu örgütler, özellikle masonluğun zayıflamasından sonra onun işlevlerini üstlenerek “bir dünya hükümetinin kurulması” için çalışıyorlar
CFR’in kuruluş tarihi taa Birinci Dünya Savaşı’na dayanıyor. Aslında bir Avrupa iç savaşı olan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yüksek finans çevreleri ile birlikte bu tür gizli cemiyetler de Avrupa’dan göçüp ABD’de üstlendiler. 1921’de banker Morgan’ın girişimiyle Council of Foreign Relations (CFR-Dış İlişkiler Konseyi) kuruldu. Kuruluşundan sonra ABD’nin tüm başkanları, seçilmeden önce CFR üyesi olmuşlardır. Dünya tarihi için önemli bir olay olan Yalta Konferansı’nda Amerikan heyeti üyelerinin dörtte üçü CFR üyesiydi. Günümüzde CFR, ABD hükümetinde, siyasette, iş yaşamında, medyada, gizli servislerde ve din alanında en önemli görevlerde bulunan 400 kişiden oluşmaktadır.
Bu ilginç örgüte mali kaynak sağlayan kuruluşların adları yan yana getirildiğinde tablo tamamlanıyor: Ford Vakfı, Carnagie Vakfı, Rockefeller Vakfı, IBM, ITT, Standart Oil. CFR hem hükümet, hem de iki büyük siyasal parti üzerinde etkili.
İşte, bizim Bilderberg, bu CFR’in Avrupa için oluşturduğu gizli bir örgütün adı. Bu sonuncusunun kuruluş tarihi ise İkinci Dünya Savaşının hemen ertesine rastlıyor. Toplantıların amacı, resmi açıklamalara göre, ulusal politikaları ve uluslar arası ilişkileri etkileyen kişilerin resmi olmayan ve kişisel bir ortamda tanışmalarını, ortak sorunlarını kendilerini sonradan bağlamayacak bir biçimde tartışabilmelerini sağlamak. Yakın bir zamanda bu toplantıların tartışma gündemleri şöyle sıralanmıştı: Gümrük duvarlarının kaldırılması, ulusal orduların sınırlandırılması ve uluslar arası bir polis gücünün oluşturulması, uluslar arası bir parlamentonun oluşturulması, BM’ye üye devletlerin egemenlik alanlarının sınırlanması. Bu maddeler, bazı çevrelerce “Bir dünya hükümetinin asgari programı” olarak da değerlendirilmişti. Bu değerlendirmede, örgüt üyelerinin “sert” açıklamalarının da payı var elbette. CFR üyesi Paul Warburg’un açıklaması bunun en bilinen örneği. Warburg Amerikan senatörlerinin önünde amaçlarını şu veciz sözlerle ifadelendirmişti: “Hoş olsun ya da olmasın bir dünya hükümetine sahip olacağız. Tek sorun, bunun fetih yoluyla mı, yoksa mutabakat yoluyla mı kurulacağını bilmek.”
“Muhtemel dünya hükümeti”nin organlarından biri de Trilateral Commisyon. Trilateral da tıpkı diğerleri gibi Amerikan kökenli bir örgüt, merkezi de orada. Bilinen adresi şöyle: 345 East 46th Street, New York. Bu örgüt bünyesinde çoğu masonluk, B’nai B’rith, Bilderberg Grubu, CFR gibi başka kuruluşlara da üye önemli kişileri barındırıyor.Üyeleri atama yoluyla devşiriliyor; tek kriter örgütün büyük dünya çevresine (mondialiste) hedefini kavramaları ve bu amaçla çalışmaya hazır olmaları. Üyelerinden hem demokrat, hem de demokrasinin yarattığı tehlikelerin bilincinde olmaları isteniyor. Şimdi bu bilincin, “demokrat olmanın” önüne geçtiği görülüyor.
Örgütün çalışma alanı Wall Street, Tokyo Borsası ve mason localarının merkezi Londra. İtalya’da ortaya çıkan “P-2 Locası-Vatikan-Gladio” skandalının arkasında da Trilateral Commisyon’un varlığı ispatlanmıştı. Trilateral’in ilk başarısı, Beyaz Saray’a o güne kadar adı sanı duyulmamış bir üyesini, Jimmy Carter’i seçtirmek olmuştu. O da seçilir seçilmez hükümete örgüt üyelerini doldurmuştu. İsmi geçenler arasında bir kısım baronların etkileri bir hükümetle sınırlanmayacak kadar derindi; Walter Mondale, Cyrus Vance, Harold Brown, Zbigniev Brzezinski, Samuel P. Huntıgton. Bu isimlere Kissinger’ıda eklediğinizde CFR-Trilateral şebekesinin gücünü anlamanız mümkündür. Elleri kolları uzundur ve çoğu bunu uluslar arası şirketlerde yaptıkları eksersizlere borçludur.
Bunların kollarının Türkiye’ye uzanmasına şaşırmamak gerek. Örneğin eski bir Nazi olduğu iddia edilen Kissinger’ın Türkiye’de öğrencileri var; en bilineni Bülent Ecevit. Ecevit aynı zamanda Bilderberg’in müdavimlerinden. 1975 yılında Türkiye’de yapılan Bilderberg toplantısı öğrencinin en parlak dönemine rastlamıştı. 25-27 Nisan günlerinde Çeşme Altınyunus Oteli’nde yapılan toplantıyı Milliyet gazetesinde Örsan Öymen şöyle anlatmıştı:
“Şu Bilderberg toplantısından söz etmek istiyorum. Dünyanın kaderiyle dolaylı dolaysız ilgili olan ünlüler... Sermaye çevreleri... Petrol tröstlerinin hissedarları... danışmanlar ve gene dünyanın önemli kamuoyunu oluşturan yayın organlarının büyükleri...
Altınyunus Oteli’nde bir araya geliyorlar. Muhterem refikalarından ayrı, büyük bir ‘gizlilik havası’ basarak. Ve bir maça hazırlanan futbol takımının ‘kamp hayatı’ görünümü içinde. Avrupa’nın, Amerika’nın, Yakın Doğu’nun siyasal gelişmeleri konusunda kulis yaparak. Kimi diyor ki bu bir ‘Farmason’ örgütüdür. Bir başkası Shell şirketinin en büyük hissedarı Prens Bernhard ve Amerika’nın iki büyük bankasının sahibi David Rockfeller’ın öncülüğünü öne sürüyor ve ‘Büyük Sermaye Locası’ sıfatını yakıştırıyor, Bilderberg’çilere...
Ve bütün bu savların ardından sorular soruluyor:-Ecevit’in ne işi var büyük sermaye yanında?”
O günün gazeteleri ise Çeşme’deki Bilderberg toplantısına Ecevit’in büyük sermaye çekincesi yerine Rahşan Hanım çekincesi koyduğunu yazıyor; masonik kökeni nedeniyle kadınların alınmadığı toplantıya Rahşan Hanım’la birlikte katılmak için direniyor. Bilderberg’in “kadınsız toplantı düzeni”ni bozması Kissinger’in yetiştirmesi Ecevit’in ilk anti-emperyalist başarısı olarak Örsan Öymen tarafından tarihe kaydediliyor.
1975 yılında “sermaye karşıtı” ve Rahşan Hanım dolayısıyla anti-emperyalist Ecevit’in de katıldığı bu ilginç toplantıya Hollanda, Avusturya, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, Almanya, İzlanda, İrlanda, İtalya, Norveç, İsveç, İsviçre, İngiltere, A.B.D. ve elbette Türkiye’den ilginç konuklar katılıyor. Prensler, Başkanlar, Uluslar arası şirketlerin temsilcileri, Uluslar arası kuruluşların başkanları, ünlü politikacılar Çeşme’de üç gün boyunca dünya sorunlarını konuşuyorlar. Katılan isimlerler yan yana dizildiğinde görüntü tamamlanıyor: O.E.C.D. Genel Sekreteri Lennep, NATO Genel Sekreteri Luns, Dünya Bankası Başkanı McNamara, Avrupa Topluluğu Komisyonu Başkan Yardımcısı Simonet, İtalya’dan FİAT Başkanı Agnelli, İrlanda Dışişleri Bakanı Garret Fıtzgerald, Hollanda Prensi Bernhard, Carnegie Vakfı Başkanı Johnson, Ünilever Yönetim Kurulu Başkanı Goudswaard, İsveç Başbakanı Olof Palme, İngiltere’den muhalefet lideri Margaret Thatçer, ABD’den Lehman Brothers İşletme Müdürü George W. Ball, Trilateral Komisyon Başkanı Zbigniev Brzezinski, Avrupa İşleri Devlet Bakan Yardımcısı Arthur Hartman, IBM Şirketi Başkan Yardımcısı Hubner, Chase Manhattan Bank Yönetim Kurulu Başkanı David Rockfeller...
O yıl Çeşme’ye davet edilen yerli Bilderberg’çilerimiz de şöyle not ediliyor: Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi Başkanı Semih Akbil, Şirketler Müdürü ve toplantının Türkiye Koordinatörü Kürt kökenli işadamı Selahattin Beyazıt-örgütteki kod adıyla “Sela”-, NATO nezdinde eski Büyükelçi M. Nuri Birgi, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Başbakan Süleyman Demirel, Tıp Profesörü İhsan Doğramacı, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit,Başbakan Yardımcısı ve CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu, Dışişleri Bakanlığı İktisadi İşler Dairesi Başkanı Oğuz Gökmen, Profesör Gülten Kazgan, Türk-İş Genel Başkanı Halil Tunç, Profesör Memduh Yasa, Şirketler Müdürü ve şimdi Yaşar Holding Başkanı Selçuk Yaşar.
Altan Öymen’in anlattığına göre 1975 yılında Altınyunus Oteli’nde o yıl konuşulanlar şöyle: Yakın Doğu, Kıbrıs ve Türkiye sorunları. O yıl Türkiye’ye Kıbrıs çatışması nedeniyle konulan silah ambargosunun kaldırılması da toplantı gündemindeymiş. Toplantının yapıldığı ülkenin önemine binaen değil, katılımcı silah şirketleri temsilcilerinin bastırması nedeniyle.
Örgüt 1954 yılında kurulduğunda toplantı gündemi daha aydınlatıcıydı: “Sovyet yayılmacılığına karşı batının birliğini kurmak”
Toplantıyla ilgili haberlerde “masonluk” etkisi şiddetle reddediliyor ama örgütün fikir babası Polonya Yahudisi Joseph Ratinger İsveç Farmasonluğunun yüksek dereceli bir üyesiydi. Üstelik bu kimliğiyle çok sayıda diplomatik entrikaya katılmış ve müttefiklerin Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya’ya karşı zaferini izleyen yıllarda “mondializm”in icadı da ona düşmüştü.
Dahası var: 1976 yılına kadar örgütün başkanlığını “büyük sanayicilerin dostu” Prens Bernhard de Lippeyürüttü. Başkanlığı terk etmesi ise yine bir skandala denk geliyor; Prens, Lockhead skandalının baş aktörlerinden biriydi ve hakkındaki suçlamaları kabul etmek zorunda kalmıştı. Ne var ki gerçek patron, “işbilirliği” ile ün yapmıştı. David Rockefeller, üst örgütlerden aldığı güçle skandalları ört bas etti.Örgüt o günden bu yana güvenle yürümeye devam ediyor. Bir not daha, Çeşme macerası sanıldığı gibi Türkiye için bir ilk değil; 1959 yılının Bilderberg toplantısının Yeşilköy’de yapıldığı yönünde notlar var ancak katılımcılar hakkında henüz sızan bir bilgi yok.
MİLLİ DAMADIN İFŞAATLARI
Bilderberg Grubu’nun her toplantısı büyük bir gizlilik içinde yapılsa da, kimi gazeteciler zaman zaman bilgi vermekten kendini alıkoyamıyor. Bunların çoğu da övünmek için yazılanlar; şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler! İnönü ailesinin damadı Metin Toker 1984 yılındaki toplantı hakkında yazdıkları bu konudaki ilklerden biri. İşte Toker’in anlattıkları:
“Bu hafta Perşembe akşamından beri Norveç başkenti Oslo’nun yakınındaki Sandefjord’un Park Otel’i tam bir alem. Yorucu bir çalışma gününden sonra otelin evvela yemek salonunu, sonra barlarını dolduranlar yatılı lise öğrencilerinin havasına bürünüyorlar. Herkes herkesle ahbap, herkes herkesle istediği gibi, herhangi birinin tanıştırmasını beklemeden veya buna lüzum görmeden konuşuyor. Hitap tarzı genellikle küçük adlarla oluyor. Konular bazen önemli, bazen hafif. Hikayeler de anlatılıyor. Bazen kapalı, bazen açık.
Vakit gece yarısına gelmeden etraf tenhalaşmaya başlıyor. Çünkü ertesi sabah erken yeniden toplanmak lazım. O toplantılarda ciddiyet başlıyor. Ele alınan konulan dünyayı ilgilendiren konular. Katılanlar da olaylara yön verenler. Dün akşamki ‘Henry’ şimdi Kissinger yazan yerde oturuyor. ‘David’ ünlü Rockefeller’dir. ‘Walter’ toplantının başkanı Federal Almanya eski Cumhurbaşkanı Scheel’in küçük adı. ‘Josef’in oturduğu yerdeki isim Luns’tur. Ve Bernard NATO Başkomutanı General Rogers’tir.
Bir de herkesçe bilinmeyen, fakat dünya finans aleminin kralları olanlar da var. ‘Paul’ Amerika hazinesini elinde tutan Wolcker’dır. ‘Lars’ İsviçre hazinesinin anahtarını üzerinde taşıyan Woalin’dir. ‘Karl Otto’ Alman hazinesini yönetiyor. Bunların yanında özel dünya bankalarının bir numaralı adamları: Wallenberg’ler, Baron Lamberg’ler, Edison telefonlarının başkanı, IBM Başkanı, Philips Başkanı.
Nihayet siyaset adamları, başbakanlar, bakanlar ve dünyanın en etkili gazetelerinden gazeteciler, Hollanda Kraliçesinin kocası, İskandinavyalı işçiden çok işvereni andıran işçi sendikaları yöneticileri. Ama onlar az...
Bilderberg toplantılarının esası ‘İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar’ fikrine dayanıyor. Amerika ile Avrupa arasında özel, fakat bu seviyede bir diyalogun lüzumunu anlayanlar bundan 30 yıl önce böyle bir toplantıyı öngörmüşler.
İlk toplantı Hollanda’da, Bilderberg’de yapıldığı için fikir örgütleştiğinde örgütün adı Bilderberg toplantıları olmuş. Örgütte Türkiye’nin ilk temsilcisi Muharrem Nuri Birgi’den görevi Selahattin Beyazıt almış. Beyazıt için nasıl Rockefeller ‘Dawid’ ve Kissinger ‘Henry’ ise onlar için de şimdi Beyazıt ‘Sela’dır. Eski ve inanılır bir dosttur. Yüz küsur kimsenin beraber geçirdiği üç günün özelliği şu: Toplantı salonunda veya yemek masasında yahut barın başında konuşulanlar, konuşulan ne olursa olsun orada, Park Otel’in içinde kalıyor. Bundan dolayı da rahat ve serbest konuşuyorlar. Fikirler olduğu gibi, arka düşüncesiz söyleniyor. Ne propaganda, ne şantaj, ne ifşaat tehlikesi var. Bu, centilmenler arasında bir anlaşma.
Ülkelerin birbirleriyle ilişkilerinde böyle toplantılar büyük rol oynuyor. Çünkü ona katılanlar, bazısı resmi, bazısı mali, bazısı siyasi, bazısı kamuoyu oluşturmada kendi ülkelerinde etki sahibi. Gerçi her toplantıda çekirdeği aynı, fakat etrafı değişik-hep aynı kimseler davet edilmiyor- bir kulüp oluşuyor ve bu, o ülkelerin uç solu tarafın-
dan hücum, hatta aleyhte gösteri sebebi sayılıyor, ama aslında gelenler farklı eğilimlerin adamları. Nitekim Part Otel’in kapısında, beklendiği gibi, ve beklenen gün ve saatte birkaç düzine gösterici bağırdılar, çağırdılar, neşe içinde dağıldılar.
Bilderberg toplantısında ağırlık işveren çevrelerinde ama işçi çevrelerinin de ağırlık taşıdığı düzeyde ve önemli milletlerarası toplantılar var.
Kültür alanlarında da milletlerarası örgütler tarz buluşmalar tertipliyorlar. Kendi konularının ‘Henry’leriyle, ‘Andre’lerini bir araya getiriyorlar.
Bir karar mı alınıyor? Bir özel çıkarın savunması mı yapılıyor? Bir eylem mi hazırlanıyor?
Eğer toplantı militan toplantısı değil Bilderberg toplantıları tabiatındaysa hayır. Bilderberg toplantılarından sonra bildiri bile yok. İnsanlar birbirleriyle tanışıyorlar, birbirlerini tanıyorlar.”
Metin Toker’e göre Bildirberg'çiler toplantılarda sadece koklaşıyor. Bir başka Bilderberger Talat Halman’a göre sadece koklaşmakla kalmayıp, ufak tefek işleri de arada karara bağlıyorlar. Bu sonuncusu biliyorsunuz uluslararası alanda değeri bilinen bir gazeteci. Robert Kolej, Columbia Üniversitesi macerasından sonra, 1971’de Kültür Bakanlığı’nı kurmuş ve yönetmişti. Halman, ne şekilde hizmet ettiyse İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından, İngiltere’nin en yüksek unvanlarından biri olan ‘Knight Grand Cross’ payesi ile onurlandırıldı. Herhalde yaptığı çeviriler nedeniyledir. Bu eğer neden buysa, İngiliz Kraleçi’nin dolandırıldığı anlaşılıyor. Zira, Shakespare çevrilerinin ardından, muhtemelen “akraba”sı İsmail Cem’e yazdığı “yalama” şiirinden sonra şiirden ne anladığı da geniş bir kamuoyuna malum olmuştu. Ancak Halman asıl ününü boşboğazlığıyla daha önce yapmıştı. Herhalde bu söz en çok ona yakışıyor: Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler! Mayıs 1993 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında şunları anlatıyor:
“1993 toplantısı, geçen hafta Atina’da yapıldı. Katılanlar arasında Hollanda Kraliçesi, İsveç Başbakanı Karl Bildt, Belçika Prensi Philippe, NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner, Clinton’ın sağ kolu Vernon Jordan, Yugoslavya arabulucusu İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı Lord Owen, NATO eski Genel Sekreteri Bilderberg Başkanı Lord Carington, Avusturya Devlet Başkanı Franz Vranitzky, Dav Rockefeller, birkaç ülkeden bakanlar, büyükelçiler, eski başbakanlar ve bakanlar vardı. Türkiye grubunda Selahattin Beyazıt, Atina
Büyükelçimiz Hüseyin Çelen, Rüştü Saraçoğlu ve ben... Rüştü Saraçoğlu, kısa güzel felsefi bir konuşma yaptı. Ben de üç kere söz aldım. Bilderberg toplantılarında yüz kişi, ABD-Avrupa ilişkilerini, eski Yugoslavya sorunlarını, dünyada liderlik bunalımını, ABD’nin iç ve dış politikalarını, Japon ekonomisini, İtalya olaylarını, NATO’ya ilişkin sorunları tartıştı. Bilderberg Türkiye’deki sesleri dikkatle dinleyen seçkin bir siyasal topluluk.” Halman’ın toplantının içeriğiyle ilgili verdiği bilgileri takip edin; ABD-Avrupa ilişkileri o tarihten sonra hızla değişti, eski Yugoslavya sorunları içinden çıkılmaz bir halde ve yeniden kanamak üzere bekliyor, dünyadaki liderlik bunalımı Amerikan şiddetiyle halledilmeye çalışılıyor, Japon ekonomisi bildiğiniz gibi, İtalya olayları dediği herhalde Vatikan-Gladio-P2 olsa gerek -sahi ne oldu o iş?- NATO biliyorsunuz artık fiilen yok.
Türkiye’den Bilderberg toplantılarına en çok katılan kişi Selahattin Beyazıt’tı. Onun da İngiltere Kraliçesinin “dostları” arasında yer aldığını biliyoruz. Ancak Sela, bir çevirmen değil, köşe yazarı hiç değil. Bilderberg toplantılarına göre şirketler müdürü ama hangi şirketlerin müdürü olduğu da belli değil. Muhtemelen buradaki “şirket” lafı çağrıştırdığı şey değil. En zengin 100 Türk listelerinin değişmez Kürt işadamı aynı zamanda Galatasaray Spor Kulübü çevresinden. Sela’dan sonraki daimi katılımcılar arasında Nejat F. Eczacıbaşı ve M. Nuri Birgi ismine rastlıyoruz. 1985 yılından sonraki toplantıların katılımcıları arasında ismi geçenlerden bazıları şöyle: Jak V. Kamhi, Osman Okay, Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Hüseyin Çelen, Rüştü Saraçoğlu, Talat Halman, Lice’li Hikmet Çetin, Amerikalı Şerif Mardin, devrimci Cem Boyner. Toplantılarda mutlaka temsil edilen kuruluşları da sıralayalım: OECD, IMF, EEC, NATO, IBRD, GATT, AT. Bilderberg’in kapsama alanındaki ülkeler ise şöyle: Belçika (NATO ve Kontrgerillanın Avrupa Merkezi), Kanada, Danimarka, Finlandiya Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Norveç, İsveç, İsviçre, Türkiye, İngiltere, ABD, Avusturya, Avustralya, Yunanistan, İzlanda, Yeni Zelanda, Pakistan, Portekiz, İrlanda. Bu ülkeler listesi aynı zamanda Süper NATO’nun da örgüt haritasını gösteriyor.
Fetih ya da mutabakat; dedik ya mutabakatçı güvercinler çoktan 11 Eylül ateşinde kızardı. Şimdi fetihçilerin zamanındayız.
DİŞLİ İŞADAMLARI ÖRGÜTÜ
Bu tabir, bugünlerde Bilderberg tartışmalarının tarafı gibi görünen İslamcı gazeteci Fehmi Koru’ya ait. Koru, 1985 Nisanında Çiller’in ABD gezisine katılmış, izlenimlerini de uzun uzun yazmıştı. Bu yazılardan Çiller’in ABD’ye değil CFR’e davetli olduğunu da öğrenmiştik. Bu örgüt Çiller’i ta Amerikalara kadar götürmüş ama herhalde muhataplarının bir kadın olmasından dolayı tanışma koklaşma seansının yapılacağı salonu örgütün dışında bir yerde ayarlamıştı. Dünyayı yönetme iddiasındaki bu ilginç örgüt çatısı altında bir kadın görmeye tahammül edemiyordu yani. Fehmi Koru gezi dönüşü 19 Nisan’daki Zaman gazetesindeki köşesini CFR’e ayırdı. İzleyelim:
“New York ‘Council of Foreign Relations’ ABD’nin en iyi bilinen ‘güç odağı’... Başkanlığını uzun yıllar Banker David Rockefeller yapmıştı, şimdiki başkanı ise Leslie Gelb... İkinci Dünya Savaşı sonrası ‘yeni dünya düzeni’, kısaca CFR diye de bilinen bu örgütün dişli ve ünlü üyelerinin çabalarıyla oluşmuştu. IMF, Dünya Bankası gibi finansal kuruluşlar, CFR üyesi bankerlere ilham ve ter borçlu. Birleşmiş Milletler’in ebeliğini yapan San Francisko Konferansı’nı da CFR toplamıştı.
Bir özelliklerini daha kaydedeyim; ABD yönetimi, özellikle en önemli makamlarını, bu örgütün üyelerine terk ederken gönül rahatlığı duyuyor. Cumhuriyetçiler iktidara geldiğinde, dışişleri, hazine ve savunma gibi bakanlıklara CFR’in Cumhuriyetçi bilinen üyeleri geliyor ve kadrolarını aynı titri taşıyan kişilerden oluşturuyor; İktidarı Demokratlar devraldığında da aynı durum bu defa onlar için tekrarlanıyor: Bill Clinton, Warren Chiristopher ve Wiliam Perry de CFR üyeleri...”
Böylece ABD yönetiminin bütünüyle CFR demek olduğunu öğrendikten sonra geliyoruz Tansu Çiller’in ABD gezisine. Fehmi Koru bu konuda da şunları yazıyor:
“Buraya yolu düşen her ‘önemli yabancı’ New York’taki CFR binasında düzenlenen bir toplantıda sınanır. Bülent Ecevit’ten Turgut Özal’a bir çok siyasetçi-bazısı siyasete atılmadan önce- ABD ile ilk resmi temaslarını o binada yapmışlardı. Özal, ABD ziyaretlerinde, bu örgütün ilgisini hep üzerinde hissetti. Gazetecilerin içeri alınmadığı kapalı kapılar ardındaki toplantılarda neler konuşulduğunu belki bir gün öğreniriz.
Başbakan Tansu Çiller, gezinin ilk çalışma gününde Türk-Amerikan Dernekleri ile CFR tarafından düzenlenmiş bir toplantıda konuştu. Toplantının özelliği, CFR’in adını taşımasına rağmen, basına açık olmasıydı. Bunu sağlamak için olsa gerek toplantı, örgütün binasında değil, çok yakınındaki bir üniversitenin tiyatro salonunda
yapıldı. CFR toplantılarına, kadınlar konuşmacı olarak da katılamıyorlar mı acaba?
Gözler ister istemez, daha önceden aşina olunan yüzleri arıyor. Salonu dolduranlar arasında pek az ‘ünlü’ sima bulunuyordu. CFR Başkanı Gelb, konuyu sunma görevini yardımcısına devretmişti. Etrafta fark edilen sadece birkaç bildik kişiydi; Prof. Bernard Lewis ile ABD’nin Ankara Büyükelçisi Marc Grossman.”
Fehmi Koru, düzenleyicilerinin pek önemsemediğini ima ettiği toplantıyı şöyle değerlendiriyor: “Başbakan’ın, dinleyende ‘müsamere’ çağrışımı yapan bir üslubu var. Burada konumunu bir tür ‘hesap verme’ biçiminde gördüğü için olsa gerek, müsamere havası oldukça hissedilir haldeydi.” Daha önce provalar yaptığı ve söyleyeceklerinin ezberlettirildiği kesindir. Türkiye Cumhuriyeti başbakanları artık gelenek olduğu üzere hesabı yalnızca CFR türü örgütlere vermektedir.
BİLDERBERG’TE İKİ TÜRK
Ertuğrul Özkök, 1995 yılı içinde yapılan Bilderberg toplantısını bu başlık altında vermişti. Gerçi katılan kişilerle başlık arasında bir gerilim ortaya çıkıyorsa da şimdi konumuz bu değil: Özkök’ün yazısında doğruluk ve tutarlılık aranmaz. Özkök, Bilderberg’deki iki Türkün Liceli Hikmet Çetin ile işadamı Cem Boyner olduğunu haber veriyordu. Hikmet Çetin CHP’nin başındaydı, Cem Boyner ise YDH’yı kurmuştu. Yani şimdiki prensler Ali Babacan ve Mehmet Ali Bayar’ın pozisyonunda. Sonrasını biliyorsunuz; onca güce ve olanağa rağmen bu kadar başarısızlık. Özkök yazmamasına rağmen, toplantıda iki “Türk”ün daha olduğu öğrenildi; Sala ve Amerikalı Şerif Mardin. Yazdığına inanacak olursak, Özkök’ün “vakit yetersizliği”nden gidemediği toplantının birinci oturumunda bakın ne konuşulmuş? “Refah devletinin gerçek maliyeti nedir; korumacılık kaçınılmaz bir şey midir? Birleşmiş Milletler barışı sağlayabilir mi? Avrupa Birliği, daha ileri bir entegrasyona gitmeli mi? Herkes için iş var mı?”
Bir gün sonra, Özgür Gündem gazetesi Bilderberg toplantısında başka konuların da toplantı gündemine geldiğini yazdı; Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hikmet Çetin, NATO’nun saygınlığını yitirmemesi gerektiğini söylemişti. İsviçre’nin Zürih kenti yakınlarındaki dağ merkezi Burgenstock kasabasına özel bir helikopterle getirilen Çetin, NATO’ya görevlerini hatırlatmıştı. Cem Boyner ise ABD’nin Türkiye’nin AB’ye alınması için lobicilik yaptığını haber vermişti. Boyner kime güvenmemiz gerektiğini de böylece söylemiş oluyordu. Dahası bu lobi işi ABD’nin AB nezdindeki Büyükelçisi Stuart Eizenstat’la Jefi Kamhi’nin evinde yenilen yemekte verilmişti. Şimdi bu yazıyı, bu bilgilerin hangi noktasından tutup götürelim. İşte “Big Brother” işte adamları. Her durumda tek bir ana fikir çıkıyor: Yönetimler gelir geçer CFR baki kalır.
Bütün bunlara karşın karşımıza tıpkı Bilderberg’te olduğu gibi oldukça masum görünüşlü bir örgüt çıkıyor. CFR, Amerikan kamuoyuna uluslararası bir ruh yaratmaya ve bu yöndeki inisiyatifleri eşgüdümlemeye yetenekli diplomasi, finans, sanayi, bilim ve iletişim uzmanlarını bir araya getiren bir çalışma grubu olarak sunuluyor. Bu sunuşun doğru bir yanı da var; günümüzde CFR, ABD hükümetinde, siyasette, iş yaşamında, kitle iletişim araçlarında, CIA’de ve din alanlarında en önemli görevlerde bulunan belli bir sayıda insandan oluşuyor. Ford, Carnagie, Rockefeller Vakıfları ve IBM-ITT-Standart Oil of New Jersey gibi uluslararası önem taşıyan büyük tröstlerin cömertçe desteklediği CFR, ABD hükümeti, Kongre ve iki büyük siyasal parti üzerinde önemli bir etki sahibi. CFR üyeleri uluslararası ilişkileri sayesinde batılı devletler üzerinde doğrudan; Dünya Bankası gibi üyelerinin yönettiği uluslararası kuruluşlar aracılığıyla dolaylı olarak sıkı bir denetim kuruyorlar.
CFR içinde 11 Eylül’e kadar “mutabakatçılar” egemendi. Özellikle Lockheed ve Watergate skandalları CFR ve Bilderberg’deki mutabakatçıların zaferini perçinlemişti. O kadar ki Nixon ve Prens Bernhard de Lippe’in düşüşü de bu olaylardan sonra mutabakatçıların kazandığı zafere bağlanıyordu. Mutabakat denildiğini bakmayın, bir sürü kirli işini içinde bu mutabakatçıların da eli var. Çünkü örgüt üyelerinden hem “demokrat, hem de demokrasinin yarattığı tehlikelerin bilincinde olmasını talep ediyordu. Bu bilinç nedeniyledir ki P-2 Mason Locası ve Gladıo ortaklığının arkasından Trilateral Commisyon çıktı. Örgütün isim ve para babalarından Rockefeller’in sabıkası ise daha radikal. Aydınlık yayınları arasında çıkan “Kontrgerilla ve MHP” adlı yayından izleyelim: “Amerika’nın Kore yenilgisi, emperyalist askeri uzmanları derin derin düşündürürken, Amerika’nın en büyük tekellerinden Rockefeller grubu, 1956 yılında şu öneriyi getirdi: ABD’nin çıkarlarına uygun düşmeyen herhangi bir durumu düzeltmek için dünyanın neresinde olursa olsun derhal müdahale edebilecek yeteneklere sahip özel askeri birlikler kurulmalı. Bu özel askeri birliklerin gayet hareketli olması ve çeşitli yerel harpleri başarıyla sona erdirecek yetenekte olması gerekir.

Rockefeller grubunun önerdiği özel askeri birlikler Amerikan kontrgerillasının ilk nüvesini meydana getiriyordu.” Rockefeller adının bütün kapitalist enternasyonal kuruluşlarının içinde olması da gösteriyor ki bu ailenin işi sadece kar peşinde koşmaktan ibaret değil. Grup dünyanın her yerine dağılmış şirketleriyle sistemin korunması için gereken karşıdevrimci örgütlenmelerin başını çekiyor. Örneğin İtalyan ve Japonlarla ortaklıkları aynı zamanda o ülkelerdeki anti-komünist oluşumlarda da ortaklığı getirmişti. Örneğin İtalya Hıristiyan Demokrat Parti’nin 60’lı yıllardaki genel sekreteri olan eski Başbakan Aldo Moro’nun sağ kolu Freato, CIA’nin kendilerine ayda 60 milyon liret verdiğini anlatmıştı. Bu parayı kendisine Roma’daki ABD Sefaretindeki CIA şefinin verdiğini belirten Freato, bu çeki hemen parti kasasına yatırdığını itiraf etmişti. Yine bir CIA görevlisi olan Richard Brenneke, Süper NATO şebekesi olan Licio Gelli yönetimindeki P-2 Mason Locası’na aktardıkları paranın bazen ayda 10 milyon dolara çıktığını söylüyordu. Licio Gelli’nin emirleri aldığı kişiler ise, Rockefeller ailesi ile aynı şebeken Henry Kissinger ile Alexander Haig’di. Dahası, bu ailenin önerisiyle kurulan Kontrgerilla örgütünün teorisyeni de Kissinger’dı. NATO ülkeleri Genelkurmaylarının el kitabı olan “Ayaklanmaları Bastırma El Kitabı”nın yazarı olarak görünen David Galula, Kissinger’den başkası değildi. Bu adamın Türkiye’deki bazı siyasilerle de sıkı ilişkileri var. Örneğin Kissinger 1996 yılının son aylarında TÜSİAD’ın daveti üzerine Türkiye’ye geldi ve “Ulusal Kalite Kongresi”ne katıldı. Bunun üzerine bir basın toplantısı yapan Talat Turhan şunları söyledi:
“İstihbaratçılıkta bir kural vardır, istihbaratçılar emekli olmazlar. Ele geçirdiği bir bilgiyi ilgili makamlara hemen verirler. Anladığım kadarıyla Kissinger, ağırlıklı olarak Türkiye’ye angaje bir istihbaratçı. Türkiye’deki devlet adamlarıyla çok sıkı, çok yakın dostlukları var. Bunlar kolay kolay kurulacak dostluklar değil. 1992 yılında Yahudilerin Osmanlı’ya göçüşünün 50. Yılı kutlanıyor: New York’ta, orada Kissinger’la Özal’ı çok samimi bir pozda görüyoruz. 1994’de bir gazetede Ecevit’in anıları ya da onunla yapılmış bir söyleşi yayınlanıyor, orada bir paşa var: Kıbrıs harekatından önce Ecevit, sabaha kadar telefon ediyor Kissinger’a. Ne maksatla ediyor, onu bilemeyiz. Ecevit bilir. Ama, özellikle böyle bir harekat öncesinde böyle bir telefon konuşmasının bir anlamı olması lazım gelir. Bazı kaynaklarda da Ecevit’in Kissinger’ın öğrencisi olduğu söyleniyor. Ecevit’in de bununla öğündüğü söyleniyor. Hangi tarihte, hangi okulda onu bilemiyorum, araştırılması gerekir. Yine 1994 yılında Kissinger buraya çağrılıyor ve bir tekke açıyor. Kissinger’la bir tekke açılışının ne gibi bir ilişkisi olabilir? 1995 yılında Cumhurbaşkanı Demirel, Arjantin’e gidiyor, Arjantin’de hiçbir sıfatı olmayan Kissinger’la yan yana geliyor. Kissinger’ın Türkiye ile olan ilişkisi süreklilik arz ediyor ve bunu Cumhurbaşkanlığına taşıyor. ‘Türkiye’de ilk tanıdığım kişi dostum Selahattin Beyazıt’tır’ diyor. Selahattin Beyazıt, bir anlamda, enternasyonal kapitalizmin Türkiye’deki ayağı. Küresel boyutta etkin konumda olan bir adamın Türkiye ile olan ilişkisinin ucu, yeni dünya düzeninin; serbest piyasa ekonomisinin hakim kılınması çabasına, hatta PTT’nin T’sinin satışına kadar gidiyor.” Kissinger’in Türkiye’de irtibatı olan kişilerin başında gelenler kim? Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit. Bizdeki P-2’lerin açığa çıkmamasının nedenini sorup duranlara duyurulur.
Bu ilişkiler ağı o kadar yaygın ve o kadar derinde ki, Türkiye’yi yönetenler hakkındaki her araştırma Amerika’da hemen hemen aynı kapılara çıkıyor. İşte 29 Eylül tarihli 2000’e Doğru dergisindeki bir haber. “Rockefeller’den Diplomalı Başbakanlar” başlığını taşıyan habere göre bu isimler şöyle:Özal, Yılmaz, Demirel, Ecevit. Haberde verilen bilgilere göre Ecevit Amerika’ya Rockefeller bursu ile gidiyor. Ecevit’in sosyal psikoloji ve Ortadoğu tarihi öğrenimi için seçtiği yer Kissinger’ın okulu Harward. Kissinger o yıllarda Ecevit’e burs veren kurumda da yöneticilik yapıyordu. Ne rastlantı değil mi? Harward’da CIA tarafından finanse edilen ve Kissinger tarafından yönetilen seminerlere katılanlar arasında Raymond Aron, Bernard Russel, Olaf Palme ve Bülent Ecevit gibi isimler sayılıyor. Kesinlikle rastlantıdır! Demirel’in payına ise Eisenhower bursu düşüyor. Bu bursu Türkiye’den kazanan tek isim Demirel. Turgut Özal ise icazeti CFR üyesi Zbigniew Brzezinsky ve Baba Bush’tan alıyor.
Bu ilişkilerin ne anlama geldiğini kapitalist enternasyonal teorisyenlerinden Huntigton anlatıyor: “1975 yılında Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA)’ndan Portekiz Sosyalist partisi’ne muhtemelen on milyonlarca Dolar, Polonya’da Dayanışma’ya önemli mali destek, Uluslar arası Gelişme Teşkilatı’ndan (AID) ve Ulusal Demokrasi Vakfı’ndan 1988’de Şili’de General Pinochet hakkında dürüst bir referandumun gerçekleştirilmesi için milyonlarca dolar, ve 1990’da Nikaragua’da demokratik bir sonucun teşvik edilmesi için yardım dahil olmak üzere maddi destek... Carter yönetiminin, 1978 seçimlerinde oyların dürüstçe sayımını sağlamak için Dominik Cumhuriyeti kıyılarına Amerikan savaş gemilerini yollaması; Reagan yönetiminin 1983’te Granada’yı istilası; Bush yönetiminin Aquino’yu desteklemek üzere uçuşlar yaptırması ve 1989’da Panama’yı istila etmesi; Filipinler ve El Salvador’da demokratik biçimde seçilmiş hükümetlere, Marksist-Leninist ayaklanmalarla yaptıkları savaşlarda askeri yardım; Afganistan, Angola, Kamboçya ve Nikaragua’da demokratik olmayan yönetimlere karşı yürütülen ayaklanmalara mali destek olmak üzere, askeri eylem...”
Ne için yapmışlar bunu: Demokrasi için! Hangi demokrasi? Elbette Amerikan demokrasisi. Şimdi ne zaman bu gizli örgütlerden söz edilse düzenin kiralık kalemleri hemen feryat ediyorlar: Komple komplo! Örneğin Ertuğrul Özkök gibilere bakacak olursak CFR bir “Thin-Tank” kuruluşu. Şu işe bakın ki birçok “Thin-tank” kuruluşunun üyesi aynı zamanda CFR üyesi. 1969 yılında yapılan bir listeye göre CFR neredeyse bütün “Thin-Tank” örgütlerini kontrol ediyor; örneğin Brookings Instituon’un 22, Rand Corporation’un 29, Hudson’ın 14, Middle East Institute’in 33 üyesi aynı zamanda CFR üyesi. Rockefeller Vakfı’ndan 14, Carnagie Vakfı’ndan 10, Ford Vakfı’ndan 7, Rockefeller kardeşler Vakfı’ndan 6 yönetici bu örgütün üyesi.Örgüt önde gelen Amerikan üniversitelerinde de oldukça etkili. Kurumun yılda dört kez yayınladığı Foreign Affairs (Dış olaylar) siyasi gündemi ve ABD Dış politikasını belirlediği için dünyanın en etkili yayın organı sayılıyor. Beyaz Saray’ın bütün Ulusal Güvenlik Danışmanları bu kuruluşun üyeleri arasından seçilmektedir. Üstelik son yüzyıldaki bütün başkanlar bu kuruluşun üyesi.
Doğrusu ABD siyasetini bu bir avuç insanın yönlendirdiğine inanmak güçtür. Ama bakın Wright Mills “İktidar Seçkinleri” adlı çalışmasında bu tabloyu nasıl yorumluyor: “Günümüzde Birleşik Devletler adına alınan siyasal yönetim kararları bir avuç kimse tarafından alınmaktadır. Devletin yürütme organını oluşturan bu kırk elli kişilik grupta Başkan, Başkan Yardımcısı, kabine üyeleri, devlet kuruluşlarının ve çeşitli komisyonların başkanları, Başbakanlık Uygulama Dairesi üyeleri ve Beyaz Saray’ın önemli personeli yer almaktadır... Bunların dörtte üçü, siyaset dışı alanlardan gelmiş kimselerdir... Otuz dokuz kişilik bu grubun otuzu, meslekleri yönünden, mali yönden, ya da hem meslekleri hem de mali çıkarları yönünden şirketler dünyasıyla yakın ilişkileri olan kimselerdir... Amerikan devlet sisteminde en önemli siyasal kararların alındığı dışişleri, maliye ve savunma bakanlıklarının başında bulunanlar ise sırasıyla, biri Morganve Rockefeller şirketlerinin uluslararası işlerine bakan ünlü bir hukuk danışmanlığı şirketinin New York temsilcisi; biri Orta Batının ünlü şirketlerinden birinin yöneticisi ve otuzdan fazla diğer şirketin direktörlüğünde bulunmuş biri; diğeri de ABD’de en büyük üç ya da dört şirketinden birinin ve Amerika’nın en önde gelen silah ve askeri gereç imalatçısı bir başka şirketin eski başkanı olan biridir.” Düpedüz bir şirketler diktatörlüğünün elinde olan sistem güzel bir deyişle “cari bilinç paketleme sistemi” ile dünyanın en demokratik düzeni olup çıkıvermektedir. Komploların en büyüğü ise bizzat bu demokrasinin kendisidir.
BİLDERBERGÇİ İSLAMCILAR
Yıllar önce Tansu Çiller ile birlikte CFR toplantısına davet edilen gazeteci Fehmi Koru, bu yılki Bilderberg toplantısı tartışmasının taraflarından biriydi. Koru’yu taraf haline getiren gelişme ise Hürriyet gazetesinin konuyu manşete taşımış olması. Hürriyet, yıllardır bu tür örgütlere muhalif olduğu bilinen İslamcı kesimden katılımcının kendi pozisyonlarını meşrulaştıracağını düşünmüş olacak ki fırsatı değerlendirmede karar kılmıştı. Oysa, biliniyor ki, Bilderberg’in önceki yıllardaki davetlileri arasında Hürriyet gazetesinin yönetici ve yazarları da var. O zaman ne haber yapmayı düşünmüşler, ne de Bilderbergci yazarları konu hakkında yazı yazmıştı.
CFR’ci Fehmi Koru, Hürriyet’in bu yılki Bilderberg heyecanını şöyle anlatıyor: “Ertuğrul Özkök konuyla ilgilendi... Ona, bu yılki Bilderberg’e Ali Babacan’ın katılacağı haberi cuma akşamı ulaşmış. Restorana gidip telefonla gelişmeyi izlemişler. Özel kalemi bile bakanı Antalya’daki parti toplantısında sanıyormuş. Nihayet, bir hafta önce Babacan’la röportaj yapan Yener Süsoy’dan bakanın Paris’e gittiğinin teyidi alınmış... ‘Bize de büroya gidip haberi yazmak kaldı’ diyor Ertuğrul Özkök...’Doğal olarak Özkök’ün yazısı Bilderberg’e dinci katılımından çıkarılacak pay vurgusuyla başlıyordu: ‘Devlet Bakanı Ali Babacan, dinci kesimin yıllardır, Siyonist güçlerin zirvesi diye yerden yere vurduğu Bilderberg toplantısına katılıyor. İslâmcı kesimin bugüne dek Siyonist bir örgütlenme diye nitelediği Bilderberg konferansına AKP, Devlet Bakanı Ali Babacan’ı gönderiyor. Toplantıya, Türkiye ile ilgili açıklamaları olay yaratan ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz de katılacak.”
Ali Babacan, Fransa’da yapılan Bilderberg toplantısına gizlice gitmişti. Hürriyet bunu Ali Babacan’ın toplantıyı “İslamcı parti tabanından saklamak” olarak yorumlamıştı. Koru ise gizliliğin örgütün bir kuralı olduğuna dikkat çekti. Koca Wolfowitz bile saklanarak gidiyordu, Babacan’ın saklanmasından daha doğal ne olabilirdi: “Wolfowitz, bu gezisinde ilk dört ülkeye aynı gün uğrayacağı halde, haber içerisine öylesine yerleştirilmiş beşinci ülke olan Fransa’da üç gün kalacak... Belli ki, Wolfowitz, ‘gizlilik’ kuralına uyabilmek için icat etmiş Balkan gezisini... Patronu Donald Rumsfeld de Bilderberg'çi, onun da yolunu Fransa’ya düşürmesi bekleniyordu. Colin Powell’ın ise toplantıya katılacağı biliniyor... “
Hürriyet’in satır arasına sıkıştırdığı “Siyonizm” meselesine gelince, bakın Koru bu konuda neler söylüyor: “Hürriyet, ilk gün verdiği habere, kimin aklına nereden geldiyse, Bilderberg’in ‘Siyonist zirvesi’ olduğuna inanıldığı ayrıntısını eklemiş... Akılları sıra, Bilderberg konusunu, o bildik ‘komplo teorisi’ kategorisinde gösterecekler... O ayrıntıyı okuyunca ne kadar güldüğümü bilemezsiniz... Dudaklarınızda hafif bir tebessüme sebep olma umuduyla, Ertuğrul Özkök’ün ‘Siyonist zirvesi’ sandığı Bilderberg’e devamlı katılan birinin portresi size:
Otto Wolff von Amerongen Bilderberg’in kurucu kadrosundan. Von Amerongen ülkesi Almanya ile Sovyet bloğu arasındaki ekonomik bağları kuran kişi. Moscow Times, ‘50 yıldan beri’ diyor von Amerongen için, ‘Demirperde’nin iki tarafındaki iktidar ve nüfuz koridorlarında dolaşıp durdu.’ Almanya’nın Rusya nezdindeki resmî olmayan temsilcisi gibiydi von Amerongen... Esso (şimdi Exxon-Mobil) yönetimine alınan ilk Almandı; 26 büyük uluslararası şirketin yönetim kurulunda görev üstlendi.
Bu bilgileri sunan yayın organının kendisine ‘Siyonist’ denildiğinde itiraz etmeyeceğini sandığım yazarı, ‘Von Amerongen’in adını duymadınız mı yoksa?’ diye sorup devam ediyor: ‘Özgeçmişini fazla ortalarda dolaştırmayan biri o; iyi de yapıyor. 84 yaşındaki ‘işadamı’nın geçmişi, kendisini, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya'sının Yahudilerin servetini yağmalaması olayıyla irtibatlıyor çünkü...’ Bilderberg’i ilk başlatan Prens Bernhard (kendisi Kraliçe Beatrix’in babası oluyor) da Nazi işbirlikçisi idi.
‘Siyonist Zirvesi’ ha! Ne kadar zekice, değil mi?
Otele ilk gelenlerden birinin Henry Kissinger olduğunu girişte okudunuz. Kissinger’ın yüreğinin korkudan ‘pıt, pıt’ attığına eminim. Toplantı öncesinde Fransız adalet bakanlığı ile bir anlaşma yapılıp teminat alınmamışsa, Kissinger’ı Paris’te tutuklanma tehlikesi bekliyor çünkü...
Şaşırdığınızı biliyorum. Kissinger, güçlü döneminde verdiği tâlimatlar yüzünden ölümlere sebep olduğu için tâkibat altında. Şili’de Gen. Pinochet’nin iktidara tırmanması sırasında (1973) uğursuz bir rol oynamıştı Henry Kissinger. Gen. Pinochet’in ölümünden sorumlu oldukları arasında beş de Fransız vatandaşı var. Bu sebeple, Roger Le Loire adlı yargıç, hem Pinochet hem de Kissinger hakkında tâkibat başlattı.
2001 yılında Paris’e uğradığında, yargıç Loire’ın yönlendirmesiyle, polis, Kissinger’ın kaldığı Ritz Otel’e gitti. ‘İhzar’ belgesinden haberdar olur olmaz valizlerini toplayıp ilk uçakla Fransa’yı terk ediverdi Kissinger. Bakalım, yargıç Loire, Bilderbergçi Kissinger’ın peşini bırakacak mı? “
Toplantıları yakından izleyen Fehmi Koru başka ilginç bilgiler de verdi. Örneğin toplantıya aynı aileden katılımlar oldukça sınırlıydı. Bu sınırlı olanaktan yararlanan iki aileye dikkat çekiyordu Koru; Bu yılın katılımcısı Mehmet Ali Bayar’ın kardeşi Uğur Bayar 1988 yılı katılımcısıydı. Rahmi Koç ile Suna Kıraç da bir istisna oluşturuyordu. Elbette bütün TÜSİAD başkanları toplantının değişmez konukları arasındaydı. Koru, 1-3 haziran 2000 tarihlerinde Belçika’da gerçekleştirilen 48. Bilderberg toplantısına konuşmacı olarak halen TÜSİAD yönetim kurulunda Sosyal İşler Komisyonu üyesi olarak görev yapan dönemin NTV yöneticisi Nuri Çolakoğlu’nun katıldığını belirtiyor. Çolakoğlu, bu toplantıdan çok kısa bir süre sonra NTV’den ayrılarak, Bilderberg toplantısına Türkiye’den davet edilen bir diğer önemli isim olan TÜSİAD üyesi Muharrem Kayhan’ında ricasıyla TÜSİAD’a yönetici olmuş. Bilderberg türü örgütlerde “yeni akrabalıklar” kurulduğunun delilidir; öyle anlaşılmalıdır.
Şimdi tabloyu tamamlayalım; Ecevit’ten Erdoğan’a, Çiller’den Babacan’a bu kadar farklı mezhepten simayı bir çatı altında toplayan güç nedir? Ve asıl önemlisi, bu kadar “enternasyonalist” örgütün üyeleri olmalarına karşın neden bu kadar “milliyetçi-mukaddesatçı” görünüyorlar? Fabrika’da sürekli tekrarlıyoruz; bu kavramlar hırsızın, uğursuzun, işbirlikçinin sığınağıdır. Ülkelerini gizli örgütlerin toplantılarında uluslar ötesi şirketlere pazarlayanlar halkın üzerine en zalim saldırıları yaparken vatan millet naraları atarlar. Her yerde böyledir bu.
KOMPLO BİR ÖRGÜTLENME PRATİĞİDİR
Tablo ortadadır; tablodan bir “komple komplo” görüntüsü çıkmaktadır. Fabrika’nın elinizdeki sayısında “Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası” başlıklı raporu dikkatlice okuyun. Bu saldırganı daha da saldırgan yapma politikasını güden, azgın, vahşi bir kapitalizmin gelmekte olduğunun en büyük işaretidir. Rapor, silahlanmayı sınırsızca arttırmayı, dünyanın hemen her yerine silahlı müdahaleler yapmayı önermekte ve bunu trajik bir biçimde sadece kaba güce dayanarak yapmayı talep etmektedir. İmzacıların çoğu Yahudi’dir ve Siyonizm’e yakındır. Quayle, Rumsfeld, Wolfowitz, Halilzad, Fukuyama, Chaney gibi imzaların göstereceği gibi hepsi CFR üyesidir. Şimdilerde dillendirildiği gibi kapitalist emperyalizm, giderek daha fazla bir “İngiliz-Yahudi” medeniyeti biçimine bürünmekte, dünyanın her yerinde sinsi, tanımlanmamış bir ırkçılıkla birlikte gitmektedir. Evet Ortadoğu petroldür ama belki ondan daha da fazla İsrail’dir, Siyonizm’in nüfus alanıdır. En yeni teknolojiye dayanan silahların yanında, kutsal kitaplarının karanlık yorumlarına dayanan bir açgözlülük ve kıyıcılıkla dünyanın mazlum halklarına saldırmaktadırlar. Savaşlarının adı “Armegedon”dur, düşman “goyim”dir, işgal edilen toprakların adı “vaat edilmiş topraklar”dır.
Shakspeare’in deyişiyle “Karanlıklar prensi beyefendidir!” Bu örgütler, içlerinde barındırdıkları adamlarının görünüşleri ile çelişik bir biçimde, bir papazlar örgütü, bir hahamlar örgütü gibidir; yıllardır mason örgütlerinin içinde öğrendikleri bilimdışı, irrasyonel öğretileri gerçekleştirmek isteyecek kadar çılgındırlar. Bu karanlık öğretilerin kemikleştirdiği dehşetengiz bir dünya görüşünün hizmetinde, kendi imal ettikleri dinlerinin yönlendirmesindedirler. Onların “Yeni Düzen”lerinin adı her koşulda ve arsız bir faşizme rağmen demokrasidir.
Dünyayı fethedecek bu adamlara da dikkatli bakın; Bush’un eblehliği, zeka kıtlığı asla kişisel bir durum değildir; bu ideoloji ve bu düzen geri zekalılığı kutsamakta, dünyayı bir tımarhaneye çevirmektedir. Dünyayı yönetme yeteneğine sahip olmadıkları bellidir ama bu dünyayı bir yangın yerine çevirmeyeceklerinin işareti değildir. Bu Hitler taslakları, bu neo faşistler tarihte görülmemiş imha silahlarının tetiğini çekmek üzere hazırlanmaktadır. Dünyanın her yerinde işbirlikçiler bulmakta, yetiştirmekte ve mazlum halkların üzerine salmaktadırlar. Bu Bilderberg’ler, Trilateraller, CFR’ler örgütlenmiş çılgınlığın yuvalarıdır. Komplo, artık kapitalist emperyalizmin alamet-i farikasıdır.
Bu devasa güç karşısında karamsarlığa mı kapılmalıyız? Bu raporun “İlkeler Bildirgesi”ne bakın. Biz söylesek, “solun hayalciliği” denilip geçilecek bir çok şey orada var: “Ele geçirdiğimiz fırsatı çarçur etme ve mücadeleyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Tamamen daha önceki yönetimlerin biriktirmiş oldukları sermayeden yiyoruz hem askeri yatırımlar ve hem de dış politika başarıları açısından durum bu. Uluslar arası ilişkiler ve savunma harcamalarındaki kesintiler, devlet idaresinin araçlarına karşı bir ihmal ve kararsız liderlik Amerika’nın dünya üzerindeki etkisini sürdürmeyi gittikçe daha zor bir hale getiriyor.” Bu sözler boşuna söylenmemiştir; dünyanın en “teknolojik ordusu”yla Afganistan’a saldırdılar ve Taliban’ı yendiklerini ilan ettiler. Şimdi, aynı Taliban’la anlaşma yolları arıyorlar çünkü iktidarları, bütün Afganistan fatihlerinin başına geldiği gibi Kabil’in dış mahalleleri ile sınırlıdır. Irak’ta bir zafer kazandıklarını ilan etmelerinin üzerinden birkaç ay geçmiş olmasına rağmen bu kısa süredeki kayıpları, zafer kazandıkları saldırının kayıplarına yaklaştı. Bu arada son politikaları bütün Ortadoğu ve bütün doğu Asya’daki dengeleri çoktan değiştirmiştir. Bütün zamanların en çılgını ve en eblehi olan ABD yöneticileri oynattıkları taşları yerine oturmakta sıkıntı çekmektedir ve 11 Eylül’ün rüzgarı da artık arkalarında değildir. Bunun, ABD’nin neo faşist yöneticilerinin bir komplosu olduğu artık kendi içlerinde de dillendirilmektedir ve neo faşist yöneticilerin saldırganlığında gidişin sonunu kestirememenin korkusu var.Dedikleri gibi sermayeden yemektedirler ve daha on küsur yıl önce kazandıklarını düşündükleri zaferin ışıkları sönmeye yüz tutuluştur. ABD kaybedecektir; çünkü hiçbir güç onun hantal yapısını sadece çıplak şiddet yoluyla ayakta tutamaz. Kaybedecektir, çünkü bu düzen ideolojik olarak bitmiştir ve iddiaların tersine biz şimdi gerçek bir tarihin kapısındayız.
TÜRKİYE NEDEN ÖNEMLİ?
Bu bitişi gözlemlemek için ABD’ye bakmaya da ihtiyaç yoktur. Bizde de uzantıları var ve bunların bitmiş siyasal yapıların içinde olması aynı etkinin bir sonucudur. Cürete bakın! Bu koca ülkeyi Mehmet Ali Bayar ve Ali Babacan ile yöneteceklermiş!... Bilderberg’e çağrılmış olmalarından bu niyetlerini anlıyoruz.
Gazetelere yansıyan tartışmalardan sonra Mehmet Ali Bayar Kanal 7’de bu yılki Bilderberg toplantısının içeriği hakkında bilgiler verdi.
Bunlardan biri, bu yıl Atlantik'in iki yakası arasında baş gösteren gerginlikmiş. Irak’ın “fethi”, biliyorsunuz, okyanusun iki yakasını karşı karşıya getirmişti. Sonra efendim, Bayar’ın açıklamalarına göre toplantıda iki ana panel konusu varmış: Birincisi Almanya ile ilgiliymiş ama Almanlar sosyal güvenlik mekanizmasının sorunlarını anlatmışlar ve Mehmet Ali Bayar’ı da biraz sıkmışlar. İkinci panel konusu ise Türkiye’nin durumuymuş ve katılımcıların bu konu hakkındaki sorularını “müthiş performansıyla” Ali Babacan yanıtlamış.
Türkiye’yi Bilderbeg'çiler için bu kadar önemli kılanın ne olduğunu bilmiyorum ama bu aralar kulağımıza gelen söylentileri hatırlatalım. İlki, Ordunun AKP hükümetine gizli bir muhtıra verdiği yönündeydi ve bu basında “genç subaylar AKP’den rahatsız” biçiminde yansıdı. Bir süre önce bir İngiliz yayınında Türkiye’de darbe tehlikesine dikkat çeken yayınlar yapılmıştı. Bunların rastlantı olmadığı bellidir. Bunların nedeni “Ordunun savaşmadan bir savaş kaybettiği” yönündeki değerlendirmeler mi göreceğiz.
Ama asıl önemlisi, ABD’de bizimle ilgilenen başka örgütlerin de varlığıdır. Bunlardan biri “yatay ve dikey değişiklik beklentisi” olan ülkeler arasında Türkiye’yi de saymıştı kısa bir süre önce. Yani bizden başka herkes Türkiye’de çok uzak olmayan bir zamanda “bir şeyler olacağı” beklentisi içinde.
Öyleyse Bilderbeg'çi biraderlerimiz Ali Babacan ve Mehmet Ali Bayar bu toplantıda neler konuşulduğunu, Türkiye hakkında hangi soruların sorulduğunu bir an önce açıklamalıdır. Tabii Özden Sanberk de. Ülkenin altı oyulurken, bu milliyetçi mukaddesatçı kardeşlerimizin Bilderberg gibi gizli örgütlere ülkelerinden daha fazla bağlılık göstermeleri biraz ayıp oluyor. Yaptıkları ayıp işleri eleştirenlere “vatan haini” damgası yapıştıranlara hatırlatıyor ve uyarı görevimizi yapıyoruz.
AKP mi? Bundan böyle Türkiye’de hiçbir kuvvet İslam’a dayalı bir siyasal örgüt kuramaz. Her türlü siyasal değer açısından üryandırlar ve bu görülmüştür. Türkiye artık sola mecburdur.

Ek: Yine Bilderberg - TAHA KIVANÇ
Yazılarını okuduğunuzda kalbinin İsrail için attığını hissedebildiğiniz bir yazar Joseph Farah; yönettiği dergi (Whistleblower) ve internet sitesinde (www.worldnetdaily.com) ‘İslâmî terör’ başlıklı haberler hemen dikkat çekiyor. Bu sebeple ‘Dünya hükümeti iş başında’ başlıklı bir yazıya imza atması ilginç.
Daha da ilginci yazının şu giriş satırları: “Komplolara inanır mısınız? / Her yıl bir araya gelip dünya üzerindeki egemenliklerini daha da artırmak üzere komplolar planlayan güçlü insanların varlığına inanır mısınız? / Bütün bunların dünya medyasının sessiz uyumu sayesinde gizlice olup bittiğine inanır mısınız?”
Joseph Farah cevabı yine kendisi veriyor: “Size haberlerim var. Gerçekten de komplolar söz konusu. Gerçekten de güçlü bir takım adamlar dünya egemenliği için komplo peşindeler. Dünya basını sağır-dilsizi oynarken neredeyse tam bir gizlilik içinde davranıyorlar.”
İster inanın ister inanmayın, Farah’ın bu yazısı, geçen hafta sonu Paris’e 20 km mesafedeki Versailles Sarayı’na bitişik Trianon Park Otel’de yapılan bu yılın Bilderberg toplantısıyla ilgili dünya basınında yer alan iki yayından birini (diğeri BBC’de) teşkil ediyor. Batı’da herhalde yüzbinlerce gazete, onbinlerce televizyon olmalı; hepsi de Bilderberg’in ‘sessizlik’ kuralına uydu bu yıl da...
İngiliz haber kuruluşu BBC’nin yayını önemli. Muhabir Emma Jane Kirby, ‘Seçkin güç simsarları gizlice buluşuyor’ başlıklı haberinde, ‘esrarengiz’ dediği Bilderberg’ten ‘dünyanın mâlî ve siyasî seçkinlerinin örgütü’ olarak söz ediyor. Verdiği öteki bilgiler şunlar: “Örgütün üyesi yok; kimlerden oluştuğu bilinmeyen bir heyet her yılın dâvetli listesini belirliyor. Toplantılar gizlilik içinde yapılıyor ve dâvetliler katıldıklarını açıklamıyorlar...”
Bu yıl Türkiye’de ‘gizlilik’ kuralının birkaç kez çiğnendiğini bilseler Bilderbergçilerin yüreğine inerdi. Önce Hürriyet, devlet bakanı Ali Babacan’ın dâvetli olduğunu açıkladı. Bir başka dâvetli de, tanıdığı bir yazara şu notu gönderdi: “Sevgili Güler, salı günkü yazında ‘Bu yılki Bilderberg’e acaba Türkiye’den kim gidecek?’ diye sormuşsun. Bu yılki Bilderberg’e ben katılıyorum. Devlet Bakanı Ali Babacan da katılıyor.. Bu yılki Bilderberg’in ana başlığında Irak sonrası yeniden sınırları çizilmek istenen Ortadoğu planları var. Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyor Bilderberg’in gündemi.”
“Ben gidiyorum” haberini Akşam’dan Güler Kömürcü’ye ileten DYP genel başkan yardımcısı Mehmet Ali Bayar. Ağabeyi Uğur Bayar da 1998 yılı Bilderberg toplantısına çağrılmıştı. Bildiğim kadarıyla, Türkiye’den Bilderberg’e aynı aileden ikinci katılım onlardan önce Koç Ailesi’nde yaşanmıştı: Rahmi Koç (1994) ile kız kardeşi Suna Kıraç (1999)...
Koç Holding’in en tepe yöneticisi Bülent Özaydınlı da geçen yıl Washington DC yakınlarında toplanan Bilderberg’te bulunmuştu... TÜSİAD başkanları da (Erkut Yücaoğlu 1999, Muharrem Kayhan 2000, Cem Boyner 1995) Bilderberg’e sıkça çağrılıyor...
BBC, “Atlas Okyanusu’nun iki tarafında siyasî ağırlığa sahip olağanüstü etkili bir nüfuz grubu olduğu bilinmesine rağmen, Bilderberg’in ne yaptığı çok açık değil” diyor ve eleştiri yöneltenlerin ‘Bilderberg sinsi ve komplocu bir örgüt’ iddiasını izleyicilerle paylaşıyor. “Eğer yararlı bir iş yapıyorsa bunu neden gizliyor?” sorusunu da ekrana taşıdı BBC...
‘Gizli’ Bilderberg toplantısına (Portekiz’dekine) ‘gizlice’ sokulmayı başaran ‘Them: Adventures With Extremists’ adlı kitabın yazarı İngiliz gazeteci Jon Ronson’un örgütle ilgili kanaati Joseph Farah’tan ve BBC’den farklı değil: “Bilderberg söz konusu olduğunda ben yarıkomplocuyum. Her yıl pahalı toplantılar düzenleme zahmetine katlanan, kendilerini basının gözünden saklamak ve gizliliği sürdürmek için olağanüstü gayret sarf edenler, herhalde dünyanın en güçlü insanlarını geyik muhabbeti ve golf için çağırmıyorlar. Bilderberg’in dünya olayları üzerinde etkisi olduğuna inanıyorum.”
Bilderbergçiler dünyaya sadece dış politika açısından bakmıyorlar elbette, ekonomik çıkarlar da ön planda geliyor. Ancak, bazen bu ikisi birbirine dolanıveriyor. Sözgelimi, Irak’a savaş açan, Suriye, İran ve Kuzey Kore’yi fethe hazırlanan ekibin en etkili ismi ABD savunma bakanı Donald Rumsfeld... Rumsfeld de Bilderbergçi; hemen her toplantısına katılan çekirdek kadrodan...
Rumsfeld ile Bilderberg’ten arkadaşı İrlandalı Gen. Peter Sutherland’ın durumu ilginç. Gen. Sutherland, Avrupa Birliği’nde üst düzey görev yaptı, Goldman Sachs ve BP gibi dev şirketlerde başkandı. Rumsfeld ve Sutherland, 2000 yılında, Zürih merkezli enerji firması ABB’nin yönetim kurulu üyesiydiler... ABB, Rumsfeld’in yönetimde bulunduğu dönemde, şimdi ‘şer ekseni’ içinde bulunmasını izah için “Nükleer silâhları var” gerekçesi kullanılan Kuzey Kore’ye iki nükleer reaktör satan firma... Rumsfeld, 1998’de de Kuzey Kore’yi ‘nükleer arayış için olmak’ ile suçlamıştı; ama öteki Bilderberçi arkadaşıyla birlikte, o arada, iki reaktörü Kore’ye satıverdiler...
Bilderberg’e giderken “Ben katılıyorum” diye duyurmaktan çekinmeyen DYP’li M. Ali Bayar mı, yoksa Ak Partili bakan Ali Babacan mı döndüklerinde Versaille’da yaşadıklarını bizlerle paylaşacak? Ben M. Ali Bayar’dan daha fazla umutluyum.

Orhan Gökdemir